Kriz analizlerinden siz de sıkılmadınız mı?

Başlığın biraz provokatif olduğunu kabul ediyoruz. İşin aslı, kuramsal tartışma yürütmenin giderek zorlaştığı, uzun yazıların, analitik kitapların pek revaçta olmadığı, 140 karakterle anlatılamayan derdin dert sayılmadığı şu günlerde, bir yerlerde kriz analizlerinin yapılıyor olması bize yeni ufuklar açabiliyor olmalıydı.

Küçümsemek haddimiz değil, aksine son derece değerli çözümlemelerle karşılaşıyoruz. Bu krizin ne menem bir şey olduğu, dinamikleri, hangi kesimden hangisine ne tip bir aktarım olacağı, bizdekinin de neoliberalizm olup olmadığı, ondan bir sapma mı, global olan mı “ahbap çavuş kapitalizmi” mi olduğu vs pek çok tartışma halihazırda karşımızda.

Peki olmayan nedir?

Olmayan, bizim hikâyemiz.

Olmayan, neredeyse krizin nesnesi derekesine düşürülmüş işçi sınıfı, emekçiler, yığınlar. Sıkılmamız bundan. Diğer bir deyişle kuramsal çaba, öznel etkinliğin, karşı stratejilerin, uyum ve savunma mekanizmalarının hiç gündeme gelmediği steril bir alanda sergilendiği sürece “olmayanın” eksikliğini hissetmemiz ve tablolara, verilere, kavramlara, nüanslara gömülmüş analizlerden sıkılmamız kaçınılmaz.

Daha somuta şöyle yaklaştırabiliriz:

Tüm dünyada yakın dönemin benzer krizlerine emekçiler nasıl yanıt ürettiler, ne tip savunma mekanizmaları devreye girdi, dayanışma ağlarından, kooperatiflere, takas pazarlarından küçük tarımcılığa ne gibi modeller gündeme geldi, kazanımlar ve hayal kırıklılıkları neler oldu, çeşitli ülkeler arasındaki kültürel politik farklar bu alanda nasıl sınandı vs.

İşin ilginç yanı tüm bunları, politikaları için hesaba katan, bizlerden çok egemenlerdir.

Tam da böyle olduğu için küresel düzeyde 1980’li ve 1990’lı yılların en merkezi politikalarından biri, sosyal yardım odaklı sosyal politikalardır. Buradaki proaktif bir sınıf politikasıdır aslında.

Evet, neoliberalizmin kuru ayazında dımdızlak kalan yoksullar küçük çarelere tutunur hale getirilmiştir.

Bu bahiste Türkiye’ye baktığımızda öncelikle birkaç temel saptamayı sıralayabiliriz;

1-Türkiye’de yoksulluk, işçi sınıfına, geniş halk katmanlarına ve aslında doğru bir kuramsal ölçekle ifade edeceksek, toplumsal proletaryaya içkin bir olgudur. Yoksulluğun, sınıf-dışı, sınıf-altı, “kenardalık” gibi kavramlarla sınıf ekseninden dışlanması, “öteki” olarak kodlanması, salt varoşa, gecekonduya tıkıştırılması, çalışan yoksulluğunun gözlerden uzaklaştırılması pür biçimde akademik fantezilerdir.

2- En geniş biçimiyle yoksulluğun, sosyal politikalarla “terbiye edilmesi” 16 yıllık AKP iktidarının basitçe mütemmim cüzü değil, merkezi bir sınıf politikasıdır.

Geçen haftaki yazımızda belirttiğimiz gibi bu temel politikalar, Özallı yıllarda oluşturulan girişimler, süreklilik arz eden, kurumsallaşmış bir devlet politikası olarak ancak AKP iktidarında bünye kazanabilmiştir.

3- AKP rejimi bugün yoksul hanelerin kabaca dörtte birine sosyal yardımlarla ulaşmaktadır. 2000’li yıllar boyunca, parça bölük, dağınık mevzuatlarla, kanun hükmünde kararnamelerle ve nihayet ASPB(Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) ile merkezileştirilen, sistematikleştirilen bir “sosyal yardım politikasıdır” bu.

Bu yardımların yoksulluğu “telafi edici” niteliği kısmen var ve bu çok önemli. AKP iktidarı boyunca ayni ve nakdi yardımlar yedi kat artmış durumdadır; en önemlisi yakıt(kömür) ve temel gıda yardımıdır.

4- Çok aktörlü, çok katmanlı kamu-özel bağları olan, vakıfların, yerel yönetimlerin devreye girdiği devasa bir ağdan bahsediyoruz aynı zamanda. Bu “sosyal yardımlar” paternalist, ataerkil, aile ideolojini yeniden üreten, kadının ikincilleşmesini pekiştiren itaatkar ve konformist(düzen yanlısı) ideolojilerle at başı var oluyor.

Dolayısıyla AKP rejimi, siyasal İslamcılığın enstrümanlarıyla globalde olanı “özgün” hale getiriyor.

Peki yoksulların cephesinden manzara nasıl? Öznel etkinliğin, duyulması zor fısıltıları ne anlatıyor?

Sözgelimi, AKP rejiminin alamet-i farikası denebilecek bu yardımlar nasıl karşılık buluyor? Ya da daha düz olarak sosyal yardımları alanlar, oyunu gerçekten AKP’ye mi veriyor?

Alanda yapılan araştırmalar, seçim sonuçları şunu göstermektedir:

“(…) Siyasal iktidarın yeniden üretiminde sosyal yardımların mutlak bir rolünün olduğundan da söz edilememekte, sosyal yardımların, özellikle coğrafi bölge, mahalle ve mezhepsel temelde, siyasal bağlılık ve aidiyetleri değiştirmeyen ya da etkilemeyen bir sınırlılığa sahip olduğu da görülmektedir.” (1)

Daha da ilginç olan, sosyal yardım alanların, bunu şükürcülüğe havale etmesi beklenenlerin, yardımları giderek hak olarak görmeye başlamaları. Öyle ki alan mülakatlarının en çarpıcı yanlarından birisi, yardım alanların konuyu AKP ile değil devletle özdeşleştirmesi.

Biraz daha yakından baktığımızda, “hak olarak görülmeye başlanan” yardımların ciddi bir memnuniyetsizliği de içinde barındırması gündeme geliyor. Kömürün niye zamanında gelmediğinden, gıda paketindeki peynirin bozuk olduğundan, helvanın mide bulandırıcı olduğundan dem vuruyor yoksullar.

Tüm bu tabloya mevcut krizi ekleyelim. Evet, kriz analizlerinin ihmal edilen, yok sayılan öznel faktörü olarak buralara yoğunlaşılmalı.

Ve son olarak…

Yığınların mütereddit “hak algısını”  kararlı ve talepkâr hale getirebilecek miyiz? Neoliberalizmin ve onun AKP janrının, varlığına rahmet okuttuğu yurttaşlığı sınıf kiniyle yeniden ayağa kaldıracak mıyız? Meselemiz budur.

Not:

1- Sosyal Yardım Alanlar, Emek, Geçim, Siyaset ve Toplumsal Cinsiyet, Derleyen: Denizcan Kutlu, s. 29, s.167 ve mülakatlar için son bölüm, İletişim Yayınları(2018)