Son Ankara patlamasıyla birlikte bir kez daha ‘bizim insanımız’ denilen olguyla karşı karşıya kaldık. Özellikle sosyal medyadaki rövanş çığlıkları kadar ilginç olan, patlama akşamı kitlelerin Survivor’ı izlemesiydi.
Evet bir yerlerde can pazarı sürerken, aileler, yakınlar adli tıp önünde acı içinde bekleşirken, belki milyonlar sanki hiçbir şey olmamış gibi beyinlerini kayıtsızlığın dehlizlerine gömdüler.
Bu olgu çoktan geride bıraktığımız bir şeyi hatırlattı; 2000’lerin Türkiye’sini ve neredeyse dillerden düşmeyen ‘çürüme tezlerini’...
Buna göre toplum öyle bir duyarsızlık kalkanı/kabuğu ile örmüştü ki nefes almayan her canlı gibi içten içe bu kalkanın, kabuğun altında çürüyordu. En olmayacak işler oluyor ama toplum ‘tık’ demiyordu, yaprak kımıldamıyordu; haksızlık, vicdansızlık, kayıtsızlık kabak gibi her yerde kendini belli ediyordu...
Bu çürüme edebiyatının, mücadelenin insanı için katartik etkileri de vardı kuşkusuz. Toplum çürüyordu çürümesine ama bizim gibi sağlam kalmakta karar kılmış, iyi insanlar, devrimciler vardı.
Neyse ki Tekel, ODTÜ ve derken Haziran direnişleri patlak verince, kimi zaman bir terapinin en vurucu sözü gibi kulağımızda çınlayan ‘devrimciler halka küsmez’ sözlerine ihtiyaç kalmadı. Öyle ki yürüyüşümüz değişti, konuşmamız, dilimiz, ‘bağzı’ kelimelerimiz, esprimiz, gülüşümüz...
Ve fakat tam da 2000’lerin üstümüze yapışan kötücül bulutlarını dağıttık derken yobaz topraklarından, kayalarından oluk oluk akan, irin gibi kıvamlı, hastalıklı ama neyse ki kendi cerahat sınırlarını aşmayan bir gericilik, üstelik de fena halde mizahi bir malzeme olarak önümüze düştü. Bunlar göt kıllarıydı; ‘çok acil değil ama hızlı hızlı’ hareket etmek istiyorlardı, kefen diye beyaz çarşafla dolaşıyorlardı, orantısız ‘geri zekalıydılar’ vs.
İşte mizaha vurup tek lokmada yuttuğumuz bu ‘kötülük’ düşündüğümüzden daha dişli, inatçı çıktı. Yine de biz başımız sıkıştıkça buna ‘örgütlü kötülük’ demeyi tercih ettik.
‘Örgütlü kötülük’, Somalı işçi yakınını tekmeleyen Yusuf’a tebrikler demekti, dövülerek öldürülen Ali İsmail için ‘arkadaşları yapmıştır’ diyen sesti, Pozantı cezaevinde tecavüze uğrayan çocuklara müebbet hapis isteyen mahkemeydi, öğretmen Halil Serkan Öz’ü aşağılayan Yalova valisiydi, bodrumlarda katlettikleri insanların ardından ‘Aşk bodrumda güzel!’ yazan askerdi…
Ezcümle ‘kötülük’ en koyusundan, en melanetinden gani gani vardı da bunlar örgütlüydü. Her biri kötülüğün memuruydu; hakimiydi, valisiydi, gardiyanıydı, askeriydi…
Oysaki her tanrının kulları olması gibi bu memurların da önünde ceketini ilikleyip dinleyeni, hak vereni, seveni vardı. Son Ankara patlamasından sonra ‘Ferhat Göçer dinleyecektik’ diyenle ‘oh olsun’ diyeni, ‘Sur’da, Cizre’de olanları şimdi anladınız mı?’ diyenle katliam haberi yapan sunucunun arkasından kameraya el sallayan adamı birbirine bağlayan ‘müstehcen rezonans’ kötülüğün çoktan örgütlü olmanın dışına çıktığının acı bir fotoğrafını önümüze koydu.(1)
Artık konu bir sınır ihlalidir, ‘örgütlü kötülük’ kendi resmi sınırlarından ‘sıradana’ doğru uzanmakta: Sıradanın kötülüğü, kötülüğün sıradanlığı…(2)
İşin esası örgütlü kötülük, kötülüğün ‘örgütlü olan’ dışında var olamayacağını anlatır gibidir; sokaktaki vatandaşı bir masumiyet halesi altına toplar. Kötülük bir muhakeme, hesap kitap, organizasyon, tezgah işidir. Bir tarafta kananlar, kandırılanlar diğer tarafta kötülüğün korlu harında dünyayı yakmak isteyenler vardır...
Peki gerçekten böyle mi?
Arendt’in dediği gibi “var olmak için metafizik bir kaynağa ihtiyaç duymayan kötülük” tam da bugünkü AKP Türkiye’si cehenneminde arzuladığı sıradana ulaşmış mıdır? Kimdir bu sıradan kötü?
Karaman’da çocuklara tecavüz eden öğretmen, Kırşehir’de kitabevini yakmaya gidenler, 10 Ekim katliamı için statta saygı duruşu yapma zahmetine girmeyenler, yeğenine asit atan adam, yavrusunun yanında köpeğe tecavüz edip boynunu kıranlar ve daha nicesi…
Adıyla fazlasıyla metafizik çağrışımlar yapsa da ‘kötülük’ metafizik bir ortamda doğmaz; gerçek toplumsal nedenlerde filizlenir, öfkeyle, hınçla, linçle, intikamla kendini ortaya koyar.
Dahası sessizlikte, etkisizlikte, değememekte, çaresizlikte ve isimsizlikte güç bulur. Öfkesini, nefretini, kusmuğunu kimi zaman kuytularda kimi zaman meydanlarda boca eder.
Etkisizliğin, güçsüzlüğün güç istencine, dokunmaya, değmeye, parçalamaya, tarümar etmeye dönük güçlü bir arzuyu uyandırması bu nedenledir. Cem Garipoğlu gibi sevgilisinin kafasını kesip çöpe atan bir adamı ya da kan banyosundan, oluk oluk akacak kandan bahseden mafya bozuntularını ‘sıradan kötülerin’ dünyasında mesiyanik bir mertebeye taşıyan da budur.(3)
İlginç olan, sıradan kötülerin hayat dekoru da çok sıradandır, fazlasıyla sıradandır…
‘Sıradan kötü’ belki annesini çok sever, ondan bir ‘helal olsun oğluma’ sözünü işitmek yüreğini hoplatır, belki çocuklarının kafasını okşamayı, belki pencere önündeki karanfile su vermeyi, belki alt kattaki yaşlı teyzenin alış-veriş poşetini taşımayı, belki otobüste yaşlı insanlara yer vermeyi, belki sokaktaki dilencinin acılı sesine üzülüp cebini yoklamayı bilen insandır. Sıradanlığı buradadır…
Bu ‘sıradan kötüler’ tarih boyunca en kanlı iç savaşların mükemmelen parçası oldular…
Bir de işte tüm bunlara inat sıradanın iyiliği, güzelliği vardır. Bunlar da fena halde örgütsüzdür. Bunlar Gezi’de orantısız ısrarla çadırlara börek taşıyan teyzelerdir, revirlere koşan tıp öğrencileridir, Carettepe’de isyanın göz bebeği kadınlardır, Soma’da yetim kalan çocuklara kitap, bisiklet götürenlerdir ve daha nicesi…
Bugün yaşadığımız duygusal, insani, politik, toplumsal kopuşun bu tarafındaki insanlar, bizi iri kıyım çürüme tezlerine değil, yeniden ‘bir toplum olabiliriz’ fikrine inandıran insanlardır. Bunlar, kağıt parçasına ‘alışmıycam kardeşim’ yazanlardır, ‘o adam benim’ diyenlerdir, intikam yeminlerine inat ‘barış’ diyenlerdir…
1-‘Müstehcen rezonans’ ifadesi için bkz. http://www.birgun.net/haber-detay/turkiye-bir-toplum-mu-92688.html
2-‘ Kötülüğün Sıradanlığı’ Hannah Arendt’in bir kitabının adı. http://www.metiskitap.com/catalog/book/4774
3- http://www.radikal.com.tr/turkiye/cem-hayranlari-facebookta-938947/