Koş Aggie koş!

Çok yetkin olmasam da koşmak benim için büyük bir zevk. Ayaklarım yerden kesildiğinde, bir an bile olsa gökyüzüne daha yakın olduğumu hissettiğimde dünyalar benim oluyor. Koşmak; geride bıraktığım tüm sorumluluklara müstehzi bir tebessümle selam göndermek gibi bir şey. Koşmak farklı, çünkü kendimi çok daha fazla özgür hissediyorum. Rüzgâra karşı da olsam çok daha derin nefes alabiliyorum. O kocaman koşu bantlarının üstüne çıkıp hamster gibi dönenmekten söz etmiyorum, açık havada, ciğerleri doldura doldura yol almak, ilerlemek bambaşka bir şey.

1919'da, devrimci Rosa Luxemburg Berlin'de katledildiğinde katiller onu dipçik darbeleriyle öldürüp bir kanalın sularına atmışlardı. "O esnada ayakkabısının teki yere düşmüştü. Bir el ayakkabıyı çamurun içinden aldı. Rosa ne özgürlük adına adaletin, ne de adalet adına özgürlüğün feda edildiği bir dünya istiyordu. Bir el her gün, tıpkı o tek ayakkabıya yaptığı gibi, bu bayrağı da çamurun içinden çıkarıyor." (Kadınlar, E. Galeano, Çev: S. Doğru, Sel Yayınları, 2016, s.65) Bugün koşarken Rosa'yı ve çamurun içinden o tek ayakkabıyı alan kadını hayal ettim, akşam hangi yemeği pişireceğimi değil. Sonra Sylvia Plath'i düşledim. İki çocuğunun sorumluluğu ile yazmak arasında bocalayan, üzerine hangisini giyeceğine karar veremediği roller arasında sürekli gidip gelerek kısır döngü yaşayan Plath; erkek egemen dünyaya inat ölerek unutulmayı değil, ölümüyle daima hatırlanmayı başarmıştı. Plath'in eylemi gibi olmasa da sessizliğimi çığlığa dönüştürmenin yolunu anımsamalıydım, evde ütülenmeyi bekleyen çamaşırları değil. 

Bunları düşünürken çamur deryasına düşmekten son anda kurtuldum, oyun delisi bir köpeğin patileri arasında kayboldum, spor yapan kadınları seyre daldım, kuşların cıvıltılarını şarkılara ulayıp temiz havayı soludum, ritmi bozulmaya başlayan ayaklarımı gördüğümde iyi bir dansçı olmadığıma hayıflandım. Durdum, şimdi durduğum yerdeyim. Bakışlarım aylar önce okuduğum, bugün bir kez daha beni benden alan Aganetha'nın koştuğu yerde asılı kaldı. Onun hikâyesinde. Aggie... Namı - diğer "Kız Koşucu."

Sevgili Çiçek Öztek'in yetkin çevirisiyle okuduğum Kanadalı yazar Carrie Snyder'in ilk romanı "Kız Koşucu"; kahramanı Aganetha Smart aracılığıyla toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin altını çiziyor. Herkesin kısaca Aggie dediği kahramanımız fiziksel ve zihinsel açıdan koşarak yaşadığı ömrünü 1900'lü yıllardan günümüze kadar taşıyor, yaşını artık kendisinin bile bilmediği bir dönemde iki gencin hava almak adına onu huzurevinden dışarı çıkarıp kaçırmasıyla hemen hemen bir asırlık tarihsel süreç gözlerimizin önüne seriliyor.

1928'de Amsterdam'daki 800 metre yarışında altın madalyayı alan kurgu bir kadın karakter olan Aggie, uzun mesafe koşularında erkekleri bile geride bırakan hırslı bir koşucudur. Tesadüfen keşfedilir, antrenmanlarda başarı gösterir ve olimpiyat takımına seçilir, sonunda da kendisinden beklendiği üzere altın madalyayı ülkesine getirir. Fakat mutluluğu çabuk sona erer. Aggie; egemen toplumsal cinsiyet normlarının dışına çıkmaya çalışan, yalnız yaşamak isteyen, evlenmek istemeyen, kariyeri peşinde koşan, erkeksi diye nitelendirilen şeylere ulaşmakta kararlı ve azimli olan kadınların bir sembolü gibidir esasen. Ayrıca romanda bahsedilen bazı işlerde erkeklerin tercih edilmesi, kadın erkek arasında iş / ücret eşitsizliği, cinsel özgürlüğün salt erkeklere addedilmesi ne yazık ki zamansız ve mekânsız bir gerçekliği de vurguluyor.

"Bir yarışı, daha fazlasını yapabilecek olduğunuzu bilerek bitirmek istemezsiniz. İçinizdeki her şeyi yarışa akıtmak istersiniz. İçinizin tamamen boşalmasını istersiniz," (Snyder 2016: 143) diyor Aggie. Etrafındakilere benzemek istemeyen, toplumsal / mahalli kaygılar taşımayan, farklılığını göstermekten çekinmeyen Aggie hep daha ileri koşuyor. Acılardan, sorumluluklardan, geçmişten kaçmak için olduğu kadar tavukların, köpeklerin, dışarıda çamaşır asan annelerin, bisikletli oğlanların huzurunu kaçırmak için de koşuyor.

Ah! Koşmak, her adımda biraz daha özgürleşmek; zincirlerimize, prangalarımıza inat o adımı hep daha ileriye atabilmektir. Koşmak savaşmaktır; kimi zaman zihnimizi bulandıran düşünce akışına bir set çekmek, kimi zaman da Aggie gibi düşüncelerimizi biçimlendirebilmek için verdiğimiz bir uğraştır. Ama öyle ama böyle, koşanlar savaşçıdır, yakan güneşin altında attıkları her bir adım içsel bir savaşın, bir isyanın eseridir nihayetinde.  “Koşmak alabildiğine / başı dolu / başı boş / koş- / mak… / Hehehey Taranta – Babu / hehehey / yaşamak ne güzel şey…” diye haykırabilmektir biraz da.


Künye: Kız Koşucu, Carrie Snyder, Çev: Çiçek Öztek, Alef Yayınevi, 2016