Korona etkisi, AKP'siz Türkiye ve bir yol önerisi...

Madem hayat eve sığacak kadar küçülecekti, madem iş bu aşamaya gelecekti ve biz taş devri mizansenleri yaratıp mağara yaşamına geri dönecektik... Neden o zaman o devasa ve uzun köprüleri, otoyolları, akıllı tahtası olan okulları, dev ekranlı sinema salonlarını, onlarca reyona sahip mağazaları, en tepeye dikilen bol minareli veya çan kuleli tapınakları yapmak için yüzlerce yıldır telaş edip, bitkin düşüyoruz?

Zihinlerde böylesine “uçuk” soruların belirmesinin olağan karşılanacağı bir evreye geçiyor olabilir miyiz?

Şüphesiz şimdilik abartılı değerlendirmeler sayılabilir, ancak kapitalist sistemin, hatta daha ötesi insanlığın tarihsel gelişim süreçlerinin masaya yatırıldığı, yer yer sorgulandığı bir düşünsel fotoğrafın ortaya çıktığını da kabul etmeliyiz.

Bireyin diğer insanları kendi doğasının bir tamamlayıcısı, yani kendi varlığının zorunlu bir parçası olarak tanıyıp ilişki kurması gerektiğini anlatan bir dünya görüşüne, her insanın kendini toplumun etkin bir bileşeni olarak görmesini örgütleyen komünizm fikrine sahip azınlığın parçası olduğumuzu sanıyorduk...

Ama şimdi bizim kat be kat fazlamız insanla birlikte, kapitalizmin, bireyi toplumun bir parçası olarak tanımlama düşüncesinden çok uzak olduğunu, her koyunun kendi bacağından asılmasını istediğini çıplak bir biçimde görüyoruz. Süpermarketlerde yaptıkları tüketim tercihleriyle neyin ihtiyaç olduğuna karar verdiğini ve sisteme egemen olduğunu zanneden insanlar bir yanılsama içinde olduklarını, kapitalist ideoloji tarafından acımasızca aldatıldıklarını fark ediyorlar. Eğer öyle olmasaydı, insanların başka bir amaç için edindikleri sütyenlerin virüsten koruyucu maske olarak kullanılmasını üretim sürecini belirlemeye yönelik zekice bir müdahale olarak değerlendirirdik.

Kapitalizmin öncelikleri arasında, mevcut kaynakları, insanlığı tehdit eden ve gelecekte edecek hastalıklar veya diğer felaketlere karşı kullanma kararı olmadığı anlaşılıyor. Noam Chomsky'nin birkaç gün önce söylediği gibi, sistem virüsün etkisini ve yayılımını ortadan kaldırabilecek tedbirleri alabilirdi ancak bunu neoliberal ideolojiye ters bir tutum olacağı için yapmadı.

Toplumsal refahı sağlayacak, (şimdi daha sık söylenen biçimiyle) sosyal devleti koruyacak mekanizmaları son 40 yılda tek tek yok eden neoliberal kapitalist sistem, elbette böyle bir salgına karşı tedbir alma önceliğine sahip olmayacaktı.

***

Kapitalizmin toplumun genel çıkarlarını yok sayan bu yapısı, etkili bir kriz anında sistemin kendisine dair sorgulamayı da beraberinde getirdi. Bugünlerde kapitalizmin hak ettiği sona ve insanlığı nasıl bir gelecek beklediğine dair birçok yayın yapılıyor ve düşünürlerin, siyasetçilerin öngörülerine başvuruluyor.

Yapılan değerlendirmelerin çoğu, daha az müreffeh ve özgür bir dünyanın oluşacağını, buna karşın (güç ve nüfuz değişimleriyle birlikte) sosyalist-toplumcu hareketlerin veya anti-küreselciliğin de kendi görüşlerini yaymak için yeni kanıtlar elde edeceğini söylüyor. Fakat üzerine düşünmeye değer olasılıklar bu kadarıyla sınırlı değil. Salgın sırasında dünya çapında ortaya çıkan uygulamalar dikkate alındığında, kapitalist ülkeler açısından kendi kaderini kontrol altına alma yaklaşımının güçleneceği ve dolayısıyla milliyetçilikle bezenmiş otoriterliğin yükseleceği de öngörülüyor.

Dünyanın farklı ülkelerinden gelen haberler de bu iddiaları destekliyor. Bir yanda, örneğin Filipinler'de sokağa çıkma yasağını delenlerin hayvan kafeslerine kapatıldığı ya da polis tarafından vurulduğu, Macaristan'da ırkçı Orban'a sınırsız olağanüstü hal yetkisi verildiği, Türkmenistan'da, Tayland'da, İran'da sokakta veya sosyal medyada koronavirüs hakkında tartışanların tutuklandığı, İsrail gibi ülkelerde diğer halklara baskıların arttığı haberleri yayılıyor. Sadece ABD'de Nisan ayı içinde 40 milyon kişinin işsiz kalacağı söyleniyor. Fransa'da bu sayı şimdiden 4 milyona ulaşmış durumda, Arap coğrafyasında 10 milyon kişinin daha artık yoksul sayılabileceği tahmin ediliyor. Elbette Türkiye'de de durum farklı değil. Erdoğan ve AKP, “milyonlarca insan virüsten ölebilir veya aç kalabilir buna katlanabilirim ama iktidarımı kaybetmeye katlanamam” noktasında sabit duruyor. Ülkemizdeki tablonun daha fazla kötüleşmesinin Saray despotluğunun kurumsallaşmasına gerekçe yapılacağını da, sadece son birkaç günde yaşanan gelişmelere dahi bakarak söyleyebiliyoruz.

Dünyanın mevcut dengelerini yerinden oynatma potansiyelini taşıyan bir kriz, bir yandan kapitalizmin toplumu koruyacak alanlardaki yetersizliğini sorgulatırken, öte yandan sistemin kendisini yeniden kurgulayabileceği bir siyasal-toplumsal zemini de şekillendiriyor. Bununla birlikte, siyasal alanda yeknesak olmayan bir dönüşüm ve buna uygun taraflaşmaların oluşacağı fikri de yukarıdaki saptamanın uzantısı olarak ileri sürülüyor.

Siyasette ve ideoloji alanında karşıt iki yaklaşımın öne çıkacağı varsayılan gelecek öngörüsünde; bir yanda, salgın sırasında başarılı idareler olarak görülen Rusya, Çin, Singapur gibi ülkeler bir tür “kamucu otoriter” yönetim modeli olarak tartışılır hale getiriliyor. Toplumun hayati ihtiyaçlarının kriz anında devlet tarafından karşılandığı, ve fakat hükümetlerin toplumu katı kurallarla organize ettiği, etkili cezaların devreye sokulduğu, kalıcılaşan otoriter mekanizmaların kurulduğu, yöneticilerin kamuoyuna aktardığı bilgilerin sorgulanmadığı bu iktidar biçimleri, dünyadaki ülke yönetimlerinin benimseyebileceği makbul örnekler olarak sunuluyor.

Bunun karşısında, neoliberal kapitalist sistemin sona geldiğini söyleyen ve otoriterleşme eğilimlerini reddeden, demokrasiyi, toplumculuğu ve sosyal devlet anlayışını öne çıkaran siyasal hareketler var. Mevcut tabloda sosyalist siyasal örgütlenmeler de bu ikinci kesimin radikal (düzen dışı) ucunu temsil ediyor.

***

Tekrar olacak, Türkiye'deki politik durumun da yukarıdaki genel tablodan farklılık taşımadığı söylenebilir. Bir yanda, her aşamada daha fazla otoriterleşen Saray ve AKP, diğer yanda toplum yararına atılan adımlarla yol almaya ve bunu öncelikle siyasi partiler aracılığıyla değil belediyeler ve dayanışma esaslı örgütlenmeler marifetiyle başarmaya çalışan muhalif özneler var. Anti-kapitalist ve sosyalist örgütlenmeler de bu muhalif bölme içinde henüz belirleyici olmayan bir yer tutuyor.

Durum böyleyken şunu da eklememiz gerekiyor: Türkiye sosyalist hareketinin, (1) kapitalizmin insanlığa uygun bir sistem olmadığı gerçeğinin teşhir edildiği ve (2) bu söylenenle sosyalist seçeneğin doğrudan üstün hale gelmeyeceğinin bilindiği bir durumda; hem salgın günlerinde hem de salgın sonrasındaki olası ekonomik, siyasal ve sosyal yıkıma karşı hazırlık yapması gerekliliği de kendisini olanca azametiyle dayatıyor.

Bu çerçevede, (tartışma ihtiyacını göz ardı etmeden) kısa kimi notlar ve önermeler yazabiliriz:

Bir; geçtiğimiz aylarda sıkça dile getirildiği şekliyle, “yıkılma aşamasında” olan AKP iktidarı, Korona salgını sürecinde yoksul halk kesimlerinin çıkarlarını hiçe sayarak, ayrıcalıklı bir azınlığı ve otoriter iktidarını korumaya öncelik vermektedir. Tüm toplum açısından yönetilemeyen bir kriz anlamına da gelen bu tablonun siyasal sonuçları, AKP'nin iktidarını kurtarmasına değil, etkili bir alternatif oluşturulduğunda kaybetmesine hizmet eder.

İki; AKP'nin yıkılma aşamasında olduğu tespiti ve AKP sonrası dönem için politik aktörler tarafından yapılan hazırlıklar da yeni değil. Birkaç ay sonra ne durumda olacakları ve atılan adımların güncelliğini koruyup korumadığı tartışmalı olabilir fakat; AKP'den ayrılanların kurduğu partiler, CHP'nin Meclis ve belediyeler aracılığıyla yaptığı muhalefet ve ittifak tartışmaları, Selahattin Demirtaş'ın önerisiyle HDP'nin gündeme getirdiği “Demokrasi İttifakı” gibi örnekler bu çerçevede değerlendirilebilir. AKP'ninkinden daha demokratik ve katılımcı bir yönetim anlayışını savunan bu girişimlerin ortak paydası, düzen içi çözüm arayışları olmaları ve kapitalizmin kendisini “demokratik” biçimde yenilemesine dayanak sunacak çelişkileri taşımalarıdır. Düzen karşıtı sosyalist hareketler için ise, bu adımların ilerisinde bir konum oluşturma zorunluluğu güncelliğini koruyor.

Üç; Sosyalist hareket bunların ötesinde, -teori ve siyaset alanı söz konusu olduğunda- “21. yüzyılın sosyalizm tanımı”nı* oluşturma görevini yerine getirmelidir. Aşırı idealize edilmiş, soyut ve uzak bir geleceğin düşü olarak kalacak bir sosyalizm tasavvuruna değil, 21. yüzyılda sosyalizmin başarılı olabilmesi için gerekli yöntem, strateji ve örgütsel-politik modelin ortaya çıkarılmasına odaklanmak gerekir.

Siyaset ve örgüt alanı söz konusu olduğunda, emekçilerin etkin katılımlarını sağlayacak taban örgütlenmelerine dayanan ve ikili iktidar aygıtlarını oluşturmayı amaçlayan, anti-kapitalist ve düzen karşıtı bir devrimci blok inşası hedeflenmelidir.

Bu devrimci blok birleştirici mayasını, düzenle uzlaşmayan ve eylem niteliği taşıyan dayanışma mücadelesinde, ayrıca doğaya yönelik tahribata, yoksulların ve azınlıkların haklarının gasp edilmesine karşı yürütülen mücadelelerde ortak bir program oluşturarak yaratabilir. Sosyal hak mücadeleleri, dayanışma ağları, ekolojik yıkıma karşı yerel örgütlenmeler gibi örnekler, kapitalizmin topluma ve doğaya karşı sorumluluk taşımadığını, iktidarların görevlerini yerine getirmediğini propaganda etme olanağı açısından avantaj sunduğu gibi, sosyalizm mücadelesine açılan örgütlenme alanlarına nüfuz etmeye de hizmet edecektir...

* Bu konuda yazı önerisi: Türkiye Sosyalist Hareketi ve Bir Vizyon Bildirimi, Metin Çulhaoğlu, Komünist Dergisi, Sayı 8