Körfez Kapanı ve şiir

 

Kapana kapan

Sokal Kapanı diye adlandırılan olayı bilen bilir. Çok uzatmadan anımsatarak başlayayım: Bin dokuz yüz doksan sekiz yılında fizik profesörü Alan Sokal ve fizik kuramcısı Jean Bricmont birlikte “Son Moda Saçmalar/Postmodern Aydınların Bilimi Kötüye Kullanmaları”(*) adlı ortak bir kitap yayımladı. Kitapta; Sokal ve Bricmont'un postmodernist bilimcilerin makalelerini yayımlayan dergi Social Text'e gönderdikleri bir makalenin öyküsü ve yayımlandıktan sonra kopan fırtına anlatılır.

Sokal ve Bricmont makalelerine Aydınlanma eleştirisi ile başlar ve fiziksel gerçekliğin tıpkı toplumsal gerçeklik gibi  bir “dilsel” ve “metinsel” olduğunu, bilimler arasındaki sınırların aşılması gerektiği anlatılır. Ancak bu makalede kullandıkları bütün bilimsel veriler de uydurmadır. Bunun yanında makalelerinde postmodern teorinin ad yapmış teorislerinden bol bol alıntı yapıp referans verirler. Makale yayımlanır ve ardından Sokal ve Bricmont makalenin tamamen uydurma olduğunu açıklar. Fırtına da bundan sonra kopar ve bu olay da tarihe Sokal Kapanı ya da Sokal Vakası olarak geçer. Kitapta da iki bilim insanı postmodernist teorisyenlerin “uydurdukları” tezlerin temelsizliğini açıklar.

Sonuçta postmodernizmi Aydınlanma ve ilericilik düşüncesine kurulmuş büyük bir kapan olduğunu düşünürsek Sokal'ın kapanına da kapana kapan diye niteleyebiliriz.

Bu da bizim kapana kapan

Bilindiği gibi Orhan Kemal ödülü; Orhan Kemal'in dünya görüşü, sanat anlayışı, gerçekçiliği, insandan yana kalemiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan Hamdi Koç'un romanı Çıplak ve Yalnız'a “Tarımın ve üretimin değeri çok iyi vurgulanmış. Tarımsal üretimin daha iyi bir insan hatta daha iyi bir toplum yaratabileceğinin anlatılması”ndan ötürü verildiği de açıklanmıştı. Benim de editörleri arasında yer aldığım İnsan BU sitesinden Taylan Kara bunun üzerine “Türkiye'de Edebiyat Ödülleri Nasıl Verilir” adlı bir yazı yazdı. Doğan Hızlan'dan Hilmi Yavuz'a, Hilmi Yavuz'dan Çevat Çapan'a, birkaç adın daha kaç ödül jürisinde yer aldığı ve bu jürilerde yer alanların okumak zorunda oldukları sayfa sayısını da hesaplayarak eserleri nasıl değerlendirdiklerini sordu. Tabii bu sadece bir örnekti. O ana gelene kadar edebiyat dünyası içinde bir ödül mafyasının ollduğunu, ödülleri paylaştırdığını herkes biliyordu. Taylan Kara bu ve sonra yazdığı yazdığı yazılarda “bilineni, edebiyat dünyasının üç maymunu oynadığı” bir çürümüşlüğü gözler önüne serdi ve tartışmaya açtı. Çok da iyi oldu. Tabii ki beklenen yaşandı ve bu konuda adları geçip, itham edilip de söz alması gereken birçok kişi  bildik numarayla görmezlikten geldi, alttan alta da “itibarsızlaştırma” operasyonuna başladı.

İşte bu tartışmalar böyle devam edip giderken. Körfez'de Edebiyat dergisinden şair “Şâkir Şırıldak Şiir Yarışması” düzenlendiği duyurusu geldi. Şairin adından jüri üyesinin adlarına kadar ortaya bir “kapan” kurulduğu o kadar belliydi ki Sokal'ınki gibi bir “entelektüel” birikime falan da gerek yoktu. Ödülleri ve edebiyat dünyasında dönen ilişkileri bir kapan olarak düşünürsek bu da kendi halinde kapana kapandı işte. Duyuruya İnsan BU sitesinde de yer verdik. İşte bundan sonra yaşananları da editörü Kaan Turhan'ın kaleminden okuyalım:

“Körfez’de Edebiyat dergimizin, Ekim sayısında; “Şâkir Şırıldak Şiir Yarışması” ilânını mutlaka gördünüz! Ve bu ilâna, otuzu aşkın kişi başvuruda bulundu. Elbette, yarışmanın, şiir ödüllerinin, şiir yarışma/yarıştırmalarının, anlamsızlığını eleştirmek olduğunu bilmeden! Yarışma ismi kurmacayken, yarışma jürisindeki isimler (edebiyatın üzerine kara bulut gibi çökmüş leş yiyicileri anımsatarak) kurmacayken; yarışmaya başvuruları anlamak güç! Peki ya, “gerçek” şiir yarışmalarına yapılan başvurular?

Ve kurmaca yarışmamıza başvuranlar arasında; PEN üyesi mi ararsınız, ünlü “şair”leri mi ararsınız: elbette varlar. Yarışmamız, bu kadar açık bir kurmacayı barındırıyorken; ne acıdır ki; ödül almak, şiir yarıştırmak başatlığını koruyor.

Bir sanat eseri biriciktir, dedik. Ortaokul düzeyinde bir Felsefe Ders Kitabında, şunlar yazıyor: “Bir sanat eserinin temel işlevi, izleyicide estetik tepki doğurmasıdır. Sanatçı tarafından bir estetik tavır sonucu oluşan bir eserdir. Her sanat eserinin bu nedenle estetik değeri vardır. Çünkü sanatçının kendine özgü duyguları, heyecanları, hayal gücü ve yetenekleri eserinde birleşmiştir. Sanat eserinin en önemli özelliği tek olmasıdır. Çünkü sanatçı eserini oluştururken oluşan duyguları ve hayal gücünü bir kez daha aynen yaşayamaz. Bir ürünün sanat eseri olarak belirlenmesinde üç temel öğe etkendir. Bunlar, estetik süje (sanatçı) , estetik obje (sanatçının sanat eserine dönüştürmek istediği her şey) ve estetik yargıdır (sanat eseri hakkında ortaya konan beğeni değeri, yani güzel ya da güzel olmamayı belirten yargı.)” (**) (Vurgular yazara ait. N.A.)

Şiir ve siyaset

Bu satırlarda iki önemli vurgu dikkatinizi çekmiştir elbet. Bunlardan birincisi elbette bu kapana anlı şanlı şairlerin yakalanmış olması, ikincisi de “sanat eseri”nin biricikliği yüzünden -ki doğru- eserlerin yarıştıralamayacağı vargısı. Evet ödüller bu kadar kirli, giderek aşağılayıcı bir hal alırken ve herkes bunun bilincindeyken böyle bir yarışmaya bile edebiyat dünyasını bilen, içinden insanlar, şairler katılabiliyor; neden? İkincisi ise ödüllerin sadece “estetik değer” açısından, sanat eserlerinin yarıştırılamaması nedeniyle sanata hiçbir katkısının olamayacağının vurgulanması. Doğru ama yeterli mi? Yıllarca ödüllere karşı çıkanlar zaten bu temel veriyi kullanarak karşı çıkıyor ama gelin görün ki gelinen durum bu eleştirinin hiç de etkili olmadığını gösteriyor; neden?

Bu iki sorunun yanıtı aynı zamanda 80'lerin sonu ve 90'lardan başlayarak ortaya çıkan durumla, Sokal ve Bricmont'un tam da kapanı kurduğu olguyla da yakından ilgili. Siyasetin bir toplumsal “ilerleme ve ilerletme” aracı olarak itibarsızlaştırılması, “dünyayı ve insanı bilme”, anlama çabasında bilimin ve sanatın itibarının sarsılması, giderek “din”in de en az bilim ve sanat kadar insanın dünyayı ve toplumu anlamasında yararlı bir “yöntem” olabileceği sonucuna varılması...  Kısacası siyaset ve siyaset kültürüyle, toplumsal ve bilimsel felsefe ve kültürle ilgili. Geçen hafta “Bugünse edebiyattan siyasete bir akış olmadığı gibi siyasetten edebiyata gidilebildiğini söylemek zor. Yollar Deniz'in dönemindeki gibi açık ve net değil belki artık. Neden?” diye sormuştum. İşte Türkiye'de 12 Eylül darbesi, dünyada sosyalizmin çözülüşü ile başlayan “şey”, sanatı ve kültürü bir maddi alana, bir ödül mekanizmasına çekerken onların itibarını da bunlarla ölçer hale getirdi. Maddi değeri olmayan, pazara girmeyen, giremeyen her sanat eseri maddi olarak para ederken, içerik olarak da gittikçe itibarsızlaştı. İlerici ve ilerletici siyasetle sanatın ilişkisi koparak yollar çatallaşırken sanat ve bilim insandan yana olan özünden çok maddi, hadi daha açık anlamıyla parasal getiri ve ödülle ölçülmeye başlandı. Şairin, sanatçının toplumsal karşılığı erirken parasal karşılığının yüksek tutulması gerekiyordu. Bizimki gibi sanat ve bilime zaten pek önem verilmeyen toplumlarda, bu çizdiğim tablo ortada yokken bile sanatçının işi pek kolay değildi, bu süreçle birlikte de herhangi bir toplumsal karşılık ve tatmin yaşayamayan sanatçı bir “ödül” avcısına dönüştü-dönüştürüldü.

Sanatta sermaye birikimi

Yavaş yavaş “sanat”ın da para ettiği fark edilmeye başlandı. Ortada dönen postmodern bir sektör ortaya çıkıyordu. Çıkıyordu ama “sektörde” sermaye birikimi henüz yetersizdi. Ne yapılacaktı? Bu kadar “ödül” hangi parayla verilecekti? Bu başlı başına bir işti ve bu iş herkese emanet edilemezdi değil mi? Sonuçta sanatla ilgili olmayan ama ikna edilen sermayadarın paracıkları söz konusuydu. Bu da bu işin “kurt”larına, “çakalları”na yeni bir meslek alanı açtı: Estetik yöneticilik.

Hızla doksanların ikinci yarısına doğru ilerleniyordu ve estetik yöneticilerin önüne tıpkı 2002'de AKP'nin iktidar olmasından sonra dünyada başlayan nakit para bolluğu gibi bir kapı açıldı ve yerel yönetimler “dinci” ve “İslamcı”ların eline geçmeye başladı. Türk şiirinin makus talihi de yerel yönetimlerin İslamcıların eline geçmesiyle değişti. Hem din öyle kötü bir şeyde de değildi estetik yöneticilerine göre, koskoca Batı aydını orada neler söylüyordu. Ülkemizde sanatın sanat olarak var olabilmesi için devletin ve yerel yönetimlerin destek olması şarttır. Bunu da solculardan çok da İslamcıların bildiğini o zaman gördük. Estetik yöneticilere döndüler dediler ki, “Size para veririz ama bizim de şairimiz, yazarımız var... Onlara bir el atın bakalım...” Birden Türk şiiri İslamcı şairi keşfetti. Antolojiler “iki dünyaya da yabancı” olmayan şairlerle doldu. Ne diyordu estetik yönetici: “Dünya görüşünün ne önemi vardı. Önemli olan estetik değerdi. Biz kişiliklerine, dünya görüşlerine değil, şiirin, sanatın estetiğine değer veriyoruz”. Böylece de hem devletin ve o yerel yönetimin maddi desteği; arada İslamcı, dinci, tutucu şair, yazarlara da yer verilerek sağlanıyordu hem de ortaya “şiir gibi demokrasi” çıkıyordu. O şair ve yazarların AKP iktidara geldikten sonra şiir ve sanat nedir, önemli olan İslam ve kutsiyettir, deyip ben AKP'nin militanıyım diyenlerini de gördük, Gezici diye eski arkadaşlarını ispiyonlayını da.

Yollar iyice çatallaşıyordu, demiştim. Bizim tarafta da bu düşüncenin etkisinde kalındığını ve karın tokluğuna “estetik yöneticilik” yapmaya kalkanlar da oldu. Karşılığı ise bir röportaj, bir ödül, bir akşam birasıydı. Dünya siyasetle sanatın ilişkisinin yeniden sağlıklı bir şekilde kurulabileceği zamanlara doğru evriliyor. Gezi süreci bizim evdeki bazı kiracıları kendi evlerine yolladı bile.

Yollar çatallaştı ama şimdi patikayı yeniden açma zamanı. Siyasetle, akılla, bilimle, gerçekçi sanatla, durmadan müdahele ederek, yolcuyu, yoldaşı da yeri geldiğinde uyararak.

(*) Kitap, Mehmet Baydur ve Ongun Onaran tarafından Türkçeye çevrilerek 2002 yılında İletişim Yayınları'nca yayımlandı.

(**) http://insanbu.com/a_haber.php?nosu=1589