'Köpekler meydanı'

Hiçbir şey, kendisinden daha zayıf olanın üzerine çullanan, bundan zevk alan ve başına hiçbir şey gelmeyeceğini bilmenin kabadayılığı ile yumruğunu sallayan bir insandan daha sefil olamaz.

Bu sefilliğin savurduğu yumruk, attığı tekme, ettiği hakaret ve güçsüz olanın üzerinde kurduğu şiddet elbette kahredicidir ama daha beteri, bu cesaretini sırtını sıvazlayan resmi ideolojiden almasıdır.

O ideolojinin yok saydığı dil, kültür, kimlik ve “düşünmezseniz böyle bir sorun olmaz” diyen açık inkâr, en aşağıdakinin elinde bir canavara dönüşmekte ve böylece canavar yüklendiği tüm ırkçı duygularını, kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden, ilk fırsata vahşete dönüştürmekte bir an bile tereddüt etmemektedir.

Mevsimlik Kürt işçileri linç etmeye yönelenlerin ortak ruhsal birlikteliği tam da devletin ve iktidarın kendisidir.

Mesele sınıfsal mı, değil mi diyerek tartışmaya devam edebiliriz elbette ama şiddetin muhatabı olmuş insanların ne dediğine bakmadan, korkularını, kaygılarını ve dillerinden, kimliklerinden dolayı uğradıkları linçin yarattığı etkileri bilmeden kurduğumuz her cümle, sadece gerçeği perdelemeyecek, aynı zamanda saldırıların göze görünme zeminini de saklayacaktır.

Eğer bunu anlamazsak, Ahmet Türk’e atılan yumruğun ardından “emekçinin toprak ağasına yumruğu” diyerek “sınıfsal tespit” yaptığından hareketle, ırkçı saldırıyı yücelten ve SOL bir sitede kendine yer bulan yazının şeklini almamız kaçınılmaz olur.

Öncelikle hem Kürt olmaktan dolayı ırkçı saldırıların hedefi oluyor, hem de sınıfsal olarak “sahipsiz” yani yoksul emekçiler olmalarından kaynaklı her türlü zorbalığın, sömürünün en kolay muhatabı oluyorlar.

Kimliğinden dolayı Kürt’ün, Ermeni’nin, Rum’un, Suriyeli göçmenin onuruna yapılan saldırılar ile “sahipsiz” denilerek yumruğunu kadınların, çocukların bedenine indiren, “hepinizi yakarız” diyerek kükreyen sömürgen “cüret” tektir.

“Ne yaptı ulan bu devlet size” diyerek, inşaatta çalışan Kürt işçilerinin sırtında gezen postallar ile “hepinizi yakarız, pis Kürtler, bölücüler” diyerek, emeği üç kuruşa sömüren patronun sesi tektir. 

“Tek bayrak, tek millet, tek devlet”  üçlemesinde yükseltilen resmi ideolojinin yönetim biçimidir bu.

Bir insanın, bakmakla yükümlü olduğu çocukları, ailesi için, onuruna, emeğine yapıla saldırıları sineye çekip, ağırlığını bir ömür boyu taşıması bir cümleye sığmaz elbette lakin insanın ruhunda, bedeninde bıraktığı her şey bir sızı olarak sürdürür hükmünü.

O sızıyla bir tanışıklığınız varsa,  oturup dinlemişseniz, anlarsınız gerçeğin ne kadar çıplak olduğunu. Ağaçtaki fındığı, portakalı, daldaki domatesi, biberi, pamuğutoplarken gözlere dolan, ele, tene, tere yapışan, batan ve hiç çıkmayacakmış gibi hissedilen şeyden daha korkunç olanın, gözleri ile sizi dikizleyen o nefretin, ensenizde soluk alıp vermesi olduğunu.

“Karda yağsa, fırtınada çıksa çalışacaksınız” diyerek, mevsimlik çocuk işçi Berivan’ı fırtınayla baş başa bırakıp, portakal bahçesinde katledenlerin aynı tornadan çıkmış zalimler olduğunu.

Toplananlardan geriye kalan çürükleri bir lütufmuş gibi “onlarda sizin olsun” diyerek kahkahasını en aşağılık yerden atan patronun,  arkasını dönüp seğirterek çekip gitmesini.

Ve elbette,

Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, fındıkları toplamak için gösterilen yerde kurduğunuz çadırların hemen arkasındaki ağaca çivilenmiş ve üzerinde “köpekler meydanı” yazan tabelayı asla unutamazsınız.

Unutamayanlardan birisi, şimdi dünyanın bir çok yerinde sergileri olan bir ressam mesela.

“Bize ayrılan yere ‘köpekler meydanı’ yazmışlardı” diyen sesi, şimdi başka mevsimlik çocuk işçilerin hafızasında yer kaplıyor muhtemelen.

O tabela hala yerindedir.

Tabelayı yazdıranlar yerindedir.

Öyle olmasa “sizi yakarız” diyerek, yumruğunu Kürt kadın işçinin suratına sallayan sefillik bu ülkeye hâkim olmazdı.

Fabrikada, tarlada, atölyede, inşaatta balya balya ölmezdi emekçiler.

“Köpekler meydanı” yazan o tabela şimdi her yerde asılı.

Sömürünün, zulmün, şiddetin olduğu her yerde o tabela var.

Başkasına “layık” gördüğümüz ve türlü bahaneler bulup hiç üstümüze alınmadığımız ne varsa, hepsi o tabelanın üstünde yazılanı büyütüyor ayrıca.

Koltuk altlarımızda bahanelerle taşıdığımız tabelalar ne kadar da sınıfsal oysa.