Konuş Benimle
Konuş Benimle türün gereklerini makul bir yetkinlikte yerine getiren, bu arada beklenmedik sert şiddet sahneleri dahil seyretmesi zor bazı mizansenler perdeye getirmekten çekinmeyen bir korku filmi.
Yakın dönemde korku sinemasında sıklıkla baş gösteren nispeten yeni bir gelişme büyük stüdyoların yapımı olmayan, yeni kuşak genç yetenek sinemacıların elinden çıkan bazı kalburüstü korku filmlerinin önde gelen film festivallerine kabul edilip, ilk önce bu mecrada seyirci karşısında çıkarak genelde korku janrına uzak durmuş “sanat sineması” ya da “bağımsız sinema” severlerden oluşan festival müdavimleri nezdinde beğeni toplayıp adlarını duyurduktan sonra bu mecrada yarattıkları rüzgârı arkalarına alarak daha geniş izleyici kitlelerine ulaşması. Aslında korku sineması tarihinde Şeytanın Ölüsü’nden (The Evil Dead, 1981) Testere’ye (Saw, 2004) dek zaman zaman böylesi örnekler daha önce de seyrek biçimde görülmüş olsa da özellikle pandemi öncesindeki beş-altı yıllık dönemde neredeyse her yıl bir ya da iki korku filmi bu yoldan geçerek öne çıkmıştı. Hatta kimi eleştirmenler bu filmler öbeğine adeta yeni bir alt-tür gibi “elevated horror” (birebir çevirisi “yükseltilmiş korku” ama belki “yüceleştirilmiş korku” daha anlamlı bir karşılık olabilir) adını takmış durumdalar.
Bu hafta ülkemizde vizyona giren Avustralya yapımı Konuş Benimle (Talk To Me) de bir dizi festivali dolaşıp şöhreti vizyona girmeden çok önce sinemaseverlere ulaşarak “merakla beklenen” konumundaki korku filmlerindendi. Konuş Benimle’nin baş karakteri, iki yıl önce annesini pek net olmayan koşullarda aşırı doz ilaç kullanımı sonucu yitirmiş Mia adlı genç bir siyahi kadın. Mia annesinin ölüm yıldönümünde kafasını dağıtmak için gittiği bir arkadaş partisinde alçıyla kaplı kesik bir el formundaki bir nesne üzerinden bir çeşit ruh çağırma seansına katılır ve işler çığırından çıkar.
Konuş Benimle türün gereklerini makul bir yetkinlikte yerine getiren, bu arada beklenmedik sert şiddet sahneleri dahil seyretmesi zor bazı mizansenler perdeye getirmekten çekinmeyen bir korku filmi. Öte yandan içerdiği kimi görsel motifler -pislik içindeki saldırgan “korkunç” ihtiyar ve gözleri faltaşı gibi açılmış tekinsiz siyahi genç kadın- “elevated horror” furyasındaki Peşimdeki Şeytan (It Follows, 2014) ve Biz’in (Us, 2019) akılda kalıcı görsel motiflerini biçimsel düzeyde fazlaca çağrıştırdı bana.
Konuş Benimle’deki ruh çağırma seansları, uyuşturucu ya da benzer maddeleri biraz meraktan, biraz eğlence olsun diye ama esasen dertlerinden uzaklaşma güdüsüyle ve de arkadaş ortamlarının teşvikiyle, bu ortamlara uyum sağlama kaygısıyla denemenin risklerinin, hatta risklerinin ötesinde açıkça fecaat sonuçlarının alegorisi olarak da tasarlanmış gibi duruyor biraz. Ancak bu olası alegorinin ötesinde filmin anlatısının temel ekseni, Mia’nın ruh çağırma seansına katılmasıyla gelişen dehşetengiz olayların ardında yatan dinamiğin Mia’nın sebebi müphem bir suçluluk duygusu ile de muhtemelen iç içe geçerek sona erememiş yas hali olduğunu izleyiciye geçirmek üzerine kurulu. Öte yandan filmin en son sahnesinin ise bu temel dinamikteki trajik yönün hüznünü dağıtarak filmin potansiyel nihai etkileyiciliğini hafiflettiğini düşünüyorum.
Son olarak belki fazlaca öküz altında buzağı aramak olabilir ama sorunlu -siyahi- bir genç kadının, kendisine iyi niyetle kol kanat germiş -beyaz- bir aile fertlerine sorumsuzca yaşattığı dertler biçimindeki olay örgüsü ise ayrıca düşündürücü. Çünkü izleyicilerin, “sen bizim aileden sayılırsın, kendini öyle gör” diyen annenin bu iyi niyetinin ‘yanlışlığına’ hayıflanma ve sonunda “keşke bizim ailemize yamanmasaydın” diyen çocuğa hak verip bu açıdan onunla özdeşleşme kurma zeminini teşvik eden bir olay örgüsü söz konusu...
KATİLİ YAKALAMAK VE OTOBAN KATİLLERİ
Geçen hafta vizyona giren (ama ne yazık ki ikinci haftasında, yani bu hafta gösteriminin sürdüğü salon sayısı çok azalan) Katili Yakalamak (To Catch A Killer) son derece kalburüstü bir polisiye. Yılbaşı kutlamaları sırasında çok sayıda kişiyi vurarak öldüren bir keskin nişancının kimliğinin tespit edilip yakalanmasına yönelik çalışmaları perdeye getiren film, kimi yönleriyle polisiye filmlerin günümüzdeki bazı konvansiyonlarını yineler ya da Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs, 1991) gibi bu janrın başyapıtlarından kısmen etkilenmiş gibi görünse de özellikle katilin kimliğinin nihayet keşfedildiği ve katil ile filmin baş kahramanı olan kadın polisin yüz yüze geldiği son çeyreğinde ayrıksı bir nitelik kazanıyor.
Bu noktayı, filmin son çeyreğinde perdeye gelenleri açık etmeden şu kadar açımlayabilirim: Çok sayıda suçsuz kişiyi gözünü kırpmadan katletmiş olan katilin, basitçe ve yalın biçimde ‘doğuştan’ bir psikopat değil, yani tek boyutlu bir ‘tipleme’ değil, karmaşık, çetrefilli bir yaşamöyküsü olan çok boyutlu bir karakter olduğunu görüyoruz. Bu netameli bağlamda söz konusu olan, izleyicilerin, katilin gerçekleştirdiği katliamları “haklı” bulmaya yönlendirilmesi değil (zaten böyle bir şey doğal olarak söz konusu bile olamaz), izleyicilerin katilin dış dünyadaki deneyimlerine vakıf olarak bunların şekillendirmiş olduğu iç dünyasını anlamlandırabilmesinin sağlanması. Öte yandan katilin yaşam öyküsünün, iç dünyasının ve ruh halinin sunumu bıçak sırtı bir temsil oluştursa da bu sunumun bir sonucu da beklenmedik bir hüznün ortaya çıkması…
Yine geçen hafta vizyona giren (ve vizyondaki akıbeti açısından Katili Yakalamak’tan dahi daha talihsiz olan) Otoban Katilleri adlı yerli yapım ise, bir dizi soygun, gasp ve cinayet işleyen uyuşturucu bağımlısı iki genci konu alıyor ve gerçek bir vakadan esinlenmiş. Her şeyden önce, filmdeki başrol oyunculukları çok başarılı; Korkut Çözer ve Muhammet Mustafa Karademir’in her ikisi de bu yılın en iyi erkek oyuncu dalında aday olmayı hak ediyorlar açıkçası. Ham ve/veya sarkan birkaç husus olsa da geneli itibariyle kendi türü içinde en azından dikkate değer bir çalışma Otoban Katilleri. Özellikle alt gelir gruplarındaki uyuşturucu bağımlılarının dünyalarını son derece sahici hissi veren bir şekilde yansıtmayı şaşırtıcı biçimde başarmış senarist-yönetmen Tolga Kadıoğlu. Bu açıdan neredeyse neo-realist bir film denilebilir Otoban Katilleri’ne.
Ancak sanatta gerçekçilik, yalnızca belirli bir gerçeğe olgusal düzeyde ayna tutup onu olgusal düzeyde sahici biçimde yansıtmaktan ibaret kalmayıp nedenlere ilişkin bağlantılara ışık tutmaya yöneldiğinde daha anlamlı ve işlevli olabilecek bir yönelimdir. Bu açıdan ise Otoban Katilleri’nin doyurucu olduğu söylenemez. Otoban Katilleri’nde bu minvalde bir çaba aslında iki yerde söz konusu. Bir geriye dönüş sahnesinde uyuşturucu bağımlısı katillerinden birinin geçmişte bu bağımlılıktan kurtulmak için bir devlet hastanesine başvurduğunda ilgisizlikle karşılaşmış ve adeta baştan savarcasına bir muamele görmüş olduğu perdeye geliyor. Ayrıca filmin bir başka anında bu karakterin uyuşturucular ile çocuk hapishanesinde tanışmış olduğunu öğreniyoruz. Ancak bunlardan ikincisi yeterince vurgulanmıyor ve filmde laf arasında geçiyor, diğeri ise tam tersine kör parmağın gözüne tarzı bir temsil ile sahneleniyor. Dolayısıyla iki genci acımasız bir katile dönüştürmüş karanlıktaki devletin sorumluluğuna layıkıyla ışık tutulamamış oluyor.
Öte yandan bir başka geri dönüş sahnesinde polis tarafından şüpheli görülerek arabalarının aranmasına ramak kalan bir grubun, içlerinden birinin polise “ben askerliğimi Şırnak’ta yaptım memur bey!” diye başlayan bir ajitasyon çekmesiyle paçayı kurtardığı pasaj, kendi içinde çok başarılı.
Sonuçta artıları ve eksileriyle Otoban Katilleri, her türden denenmiş, sınanmış kolaycı formüllere yaslanmak yerine sinemamız açısından aşina olunmayan karanlık sulara açılmaya cüret eden -ve bu yolda en üst düzeyde olmasa da belirli bir niteliği tutturan- bir ürün; kaybolup gitmeyi, unutulmayı hak eden bir film değil kesinlikle.