Koku

Osman Şiban ve Servet Turgut’un bir vahşete tabi tutulduklarını öğrendiğimiz gün, Şiban’ın kan çanağı gözleriyle yüz yüze geldik.

Yüz yüze geldiğimiz her şeyde olduğu gibi yeniden ve yeniden içten sarsılıp, dışımızda seyircisi kaldık. Vahşetin çarpım tablosuna ezberlerimiz yetmiyor artık. Parmak hesabından düşeli ise çok oldu.

Çok uzun zamandır, enkaza döndürülen ömürlerimizin hafriyatlara yüklenip ortalıktan nasıl kaldırıldığına tanıklık ediyoruz. Gözümüzün önünden geçen her hafriyat kamyonu, tozunu savura savura uzaklaşıyor. İçinde sen, ben, biz, hepimiz. İçinde yok edilen ömürlerimiz, canımız, vicdanımız.

Kaburgalarımız kırık, boğazımız sıkılı ve artık ensemizden ayrılmıyor devlet.

Hayatın gündeliğine sıkıştırılan sözlerimiz, cümlelerimiz ve en çok da öfkelerimiz kendi karanlığında sayıklıyor.

Uyandırılmayı bekliyoruz içinden çıkamadığımız kâbusların. Canhıraş uyandığımız yerde, gözlerimize inen korku, hala hayatta olduğumuzu hissettiren gözyaşlarımızın ıslaklığında son buluyor.

Dışarı çıkmak için bir yol bulamayan her öfke, en önce içinde biriktiği yeri yaralayıp, kanatıyor.

Biliyoruz, “Duvarlar üstüme üstüme geliyor” diye tarif ettiğimiz o duvar, duvarlar tanıdık hepimiz için.

Her birimiz için beton hücreler onlar. Birbirimize sarılmayalım, dokunmayalım, paylaşmayalım diye örüyorlar aramıza.

Ama,

Tel örgülerin üstünden öfkelerini atlatıp, inatla hayatı savunanlar var ve yalansız yaşayalım diye hakikati her defasında göğüsleyip, içimize bırakıyorlar. Orada nefesleniyoruz. Birbirimizde yani. Sahip olduğumuz en kıymetli şey o. Üstümüze çöküp, yıkıldığımız yerden yükselmeyi bekleyenlerin ele geçiremediği tek yer orası.

Ses var, sesler var.

Kapıları, duvarları yumruklayanların seslerini toplayıp, biriktiriyoruz bir yerlerde.

Can var, canlar var.

Korkularımız için bedel yüklenenleri taşıyoruz içimizde bir yerlerde.

Ve biliyoruz,

“Ben de varım” demedikçe, kurtulamayacağız bu karanlıktan, uyanamayacağız kabuslarımızdan, sıkılı dişlerimizden sızan kan tadı çıkmayacak nefeslerimizden ve duvarlar üstümüze üstümüze gelmekten asla vazgeçmeyecek.

“Yoruldum” dediğimiz yerin birkaç adım ötesinde “Öyle mi Alay Komutanı” diyen ses, elbet utandırır yorgunluğumuzu. Hayatımıza ne kadar direnç katılırsa, o kadar güçlü ve ne kadar sahiplenirsek, o kadar sağlam olacağımızı hatırlatan her söz, her sesleniş elbette bizimdir, bize aittir. Kurduğu her sözün, yarına bir miras olduğunu bilenler, havanda su dövmezler çünkü. Olması ve yapılması gerekenin karşısında bahanelerle oyalanmazlar.

Yükü ne kadar paylaşırsak o kadar çoğalacağız hiç kuşkusuz. Meşru olanın gücü sayıda değil, haklılığındadır çünkü. Böyle olmasa, bir avuç ses bu kadar korkutucu olmazdı gücü elinde bulunduranlar için.

Her şeyleri var ama huzursuzlar.

Her şeyleri var ama en ufak tıkırtıda uyanıp, kolaçan ediyorlar kapıları, sokakları, caddeleri.

Her şeyleri var ama korkuyu ve şüpheyi içlerinden söküp, atamıyorlar.

Kalabalıklar ve etraflarında el pençe dolanıyor kötülükler ama gerçeğin hayata sinen kokusundan kurtulamıyorlar.

İki insanı, emrindekilere paramparça ettiren komutan da,

Her vahşete “Emri ben verdim” diyerek kol kanat geren Cumhurbaşkanı da,

“Bacaklarını kırın suçu benim üstüme atın” diyerek işkencecilere “tanırım iyi çocuktur” kartviziti veren İçişleri Bakanı da, kendilerine sinen o kokuyu, hayatları boyunca üzerlerinden çıkaramayacaklar.

Dışarıda çıkan ve gerçeği hatırlatan her ses, nereye gitseler peşinden gelecek. Tarihe, işledikleri insanlık suçlarıyla, vahşetleriyle geçenler, gerçeğin kendisinden hep korkarak yaşarlar.

Hakikatin hesaplaşmasıdır çünkü bu.