Son yıllarda LGBTİ+ düşmanlığı, AKP rejiminin resmi söylemi içinde göz dolduran bir yere varmış görünüyor. Gün geçmiyor ki yeni bir nefret söylemi “devletlü bir ağızdan” dökülmesin! Ne şaşırtıcı ne de ilginç elbette. Yine de rejimin “resmi ideolojisinde” homofobi ve transfobinin yıldan yıla yıldızı parlayan bir konu haline gelmesi tartışmaya değer bir konudur. En azından, resmi ideoloji denildiğinde akla gelen, vatan, millet, sakarya, camii, ezan, bölünmez bütünlük gibi temaların içine homofobi/transfobi nasıl “yükseldi” diye sormak mümkün.
Aslında bunun biraz komik bir durum olduğunu da kabul etmek lazım. Düşünsenize, bugünün siyasal ortamında Devlet Su İşleri Müdürlüğünün orta düzey bir yöneticisi de Cumhurbaşkanlığı Basın Danışmanı da “bağzı konuları” ne yapıp edip, bir punduna getirip “eşcinselliğin lanetlenmesine” vardırabiliyor.
25 Kasım ve 8 Mart’larda LBGTİ+ sembollere, gökkuşağı bayrağına, hatta renkli şemsiyelere yönelen yüksek, devletlü teveccüh de aynı tabloyu tamamlıyor. Yağmurlu havada, şemsiyeye savaş açmış insanlardan bahsediyoruz.
Evet, gökkuşağı renkli şemsiyeyi düzenine tehdit olarak algılayan müstesna bir düşmanla karşı karşıyayız. Hoş, bunların icazet aldıkları da bir dönem, “devletin güvenliği” kapsamında lokantalardaki Apo tuzluklarına(!) ve parklardaki çiçeklerin renklerine kafayı takmıştı!
Tuzluktan şemsiyeye uzanan bu “yaralı iktidarları”, genç Foucault’cu beyinlere “yüksek lisans tez konusu” olarak bırakalım. Biz konumuza dönelim.
Rejimin LGBTİ+’lara dönük artan saldırganlığı, direngenliği ile meydanı boş bırakmayan kadın mücadelesi ile birlikte düşünülmelidir. Niyet bellidir: Kadın hareketi yükseldikçe, onun içinden normal ve anormal, makbul ve makbul olmayan, ahlaklı ve ahlaksız kısımlar türetmek, tabiri caiz ise öyle ya da böyle yanyana gelenlerin içine çomak sokmak ve böylece hareketin tümünü “şüpheli” ve tehlikeli hale getirmek.
Bu sınır çizgilerinin nasıl çizildiği bellidir ve aslında sanıldığından daha fazla alıcısı vardır. Bir tarafta “normal ve makbul kadınlar” vardır, normal ve makbul sorunlarını, normal ve makbul biçimde dile getirenler; diğer tarafta “Lilith’in sürtükleri” olarak “haftada en az üç orgazm” diyenler, “namus mu, kirletmeden duramayacaklar” vardır. Bir tarafta normal ve makbul kadınlar vardır, diğer tarafta “çıplak aramaya” maruz kaldığını bir yıl sonra söyleyenler. Bir tarafta normal ve makbul kadınlar vardır, diğer tarafta sapık, hasta, ucube translar vardır(!)
Tüm bu silsile içinde “ahlak söylemi” belirgin bir dip dalga gibi varlığını hissettiriyor.
Nitekim “ahlak”, her zaman egemenlerin imdadına yetişmiştir.
Komünist Manifesto’daki ünlü sözlerin hep hatırlattığı gibi, egemenlerin evrensel demagoji yeteneklerini biliyoruz. Ne söylüyorlarsa biliyoruz ki tam tersi doğru.
Egemenler, bizi ahlaksızlıkla suçluyor; trans kadınları, eşcinselleri, kadınları, gençleri, hakkını arayanları…
Bizi ahlaksızlıkla suçluyorlar, “mili ve manevi değerler” diye diye tıslarken, gözaltına alınan transları tecavüzle tehdit eden onlar değilmiş gibi!
Bizi ahlaksızlıkla suçluyorlar, fabrika kuytularında tacize uğrayan kadınları, “ahlaksız” diye işten atmayı onlar icat etmemiş gibi!
Tacizci amirleri kod 29’la koruyan, onlar değilmiş gibi!
“Şikayet edersen siciline işlenir, başka yerde iş bulamazsın” diye tehdit edenler, onlar değilmiş gibi!
Bizi ahlaksızlıkla suçluyorlar, ekmeğin ucuza satılmasını engelleyenler, kış kıyamette yurttaşın elektiriğini, suyunu kesenler onlar değilmiş gibi, yasaları uygulamayanlar, şiddeti önlemeyenler, şikayetleri umursamayanlar, onlar değilmiş gibi!
Bizi ahlaksızlıkla suçluyorlar, “bana bir şey olmaz” diyen tecavüzcülerini korumak için kırk takla atan onlar değilmiş gibi!
Hepsini ahlak diye diye yapıyorlar. Zira “ahlak” yalnızca patriyarkanın en güçlü silahı değil, artık sınıf yasalarının da imdada yetişen aparatı.
Neyse ki onları birleştiren şeyin, bizi bölmesi mümkün görünmüyor!