Kobane sonrası Kürt siyaseti ve seçimler...

Zaferi kazanan lakin viran olmuş Kobane'deki direnişin, Kürtlerin bölgesel etkinlik (devletleşme) arayışında önemli bir merhale olduğu daha önce dile getirildi ve kağıda işlendi. 

Kobane sürecinde göze çarpan sonuçların en önemlisi; Suriye'nin kuzeyinde başlangıçta fiili olarak ilan edilen ve meşruiyet zeminini elde ettiği zaferle birlikte daha fazla güçlendiren “Rojava'daki Kürt devleti”dir... Evet, “Rojava” artık bölgesel güçler tarafından kabul edilmeyi (ve hatta yönlendirilmeyi, şekillendirilmeyi) bekleyen bir küçük devlet yapılanmasıdır. 

Bu “devlet” (hakkında ne düşünüldüğünden bağımsız olarak) bundan sonra bölgeye dönük bütün hesaplara dahil edilecek bir unsurdur. Bu söylediğimiz ABD'nin, Türkiye'nin, Suriye'nin ya da örneğin İran'ın bölgeye dönük planları ve PKK hareketinin Barzani hükümeti veya AKP ile ilişkileri bazında, üstelik önümüzdeki seçimler faslında da önem taşıyor.

Öyleyse, yukarıdaki paragrafta bahsettiklerimizden gündemde olan ve Türkiye siyaseti açısından da öncelikli önem taşıyan üç başlığa değinerek devam edelim...

1) Kobane sonrası PKK-Barzani ilişkileri

Barzani yönetimi ve PKK-PYD güçleri, Şengal, Mahmur, Kerkük'te ve Kobane direnişi sırasında ortak hareket etmiş, bu işbirliği geçtiğimiz Ekim ayında yapılan Duhok Anlaşması'yla birlikte “ulusal birlik” olarak da nitelenmişti. Öte yandan, iki özne arasında uzun yıllardır süren temsiliyet ve güç mücadelesine Rojava faktörü de eklenmiş, bütün bunlar muhtemel bir krizin potansiyeli olarak varlığını korumuştu.

Kobane zaferi sonrasında; 

- PKK'nin eşit temsil hakkını ve kendi inisiyatif alanını genişletmek istemesi, bu doğrultuda örneğin Şengal'in özerklik çıkışına önayak olması ve Kerkük için de özerklik önermesi,

- Barzani yönetiminin ve medyasının Şengal girişimine verdiği sert tepki, PKK'yi Kürdistan'a ihanet etmekle ve egemenlik hakkına saygısızlıkla suçlaması,

- Kerkük'ün savunmasına katılan gerillaların, Barzani güçleri tarafından yok sayılmasına tepki gösteren PKK'nin güçlerini geri çekmeyi tartıştığını açıklaması,

- Rojava için Duhok'ta kararlaştırılan ortak yönetim pratiğinin tam anlamıyla hayata geçirilememesi...

 

Bütün bu saydıklarımız, Kobane sonrasında etki ve iddia alanı genişleyen PKK-PYD ile, onları sınırlamaya çalışan ama artık bu konuda eli zayıf olan “milli reis” Barzani arasındaki olası bir yüksek gerilime ve “ulusal birlik” tartışmalarının başa sarması sonucuna yol açabilecek, bu nedenle Kürtlerin siyasi gündeminde önemi artacak olası gelişmeler olarak görülebilir... 

2) Kobane sonrası AKP Rojava'yı ne yapacak?

Rojava'daki kantonal yapının ilanının ve sonrasında Kobane'deki direniş rüzgarının; Ortadoğu sularında karaya oturan AKP açısından Kürt meselesinde bir sıkışma anlamına geldiği biliniyor. Çözüm sürecinde yaşanan tıkanmanın önemli nedenlerinden biri de “Rojava etkisi” olmuştu. Bu etkinin devam ettiğini, Kürt cephesinde Rojava'daki kazanımın önemli bir basamak olarak görüldüğünü ve Türkiye-Suriye Kürt siyaseti açısından önümüzdeki dönemin kırmızı çizgilerinden birinin “Rojava'nın tanınması” talebi olacağını, haliyle iktidarın, içinden geçtiğimiz dönemde Kürt hareketinin baskısını daha fazla hissedeceğini de tekrar edelim. 

Özetle, “Rojava'nın tanınması” seçim öncesinde ve sonrasında Kürt siyasetinin ve müzakere masasının önemli gündemlerinden biri haline gelmiş durumda.

Kobane'de IŞİD kuşatmasının kırılmasından sonra AKP'den iki ismin Bülent Arınç ve Tayyip Erdoğan'ın yaptığı açıklamalar ise hem çelişki ve sükunet içeriyor hem de önümüzdeki dönem esnek bir tutum takınabileceklerine dair işaretler veriyor. 

Arınç “Zaferde bizim de rolümüzü unutmayın” demişti. Erdoğan ise kuyruğu dik tutarak ve gelecekte yapılacak pazarlık sürecinde elini zayıflatmak istemediği için, “Kuzey Suriye'de bir oluşuma izin vermeyiz” dedi. Ancak, hem IŞİD'e eskisi kadar güvenip destek veremeyecek olan, hem de yanıbaşında zaferi kazanmış ve inşa edilmeye başlamış, emperyalizmin “olur” vereceği bir ülkeye karşı AKP'nin “Kuzey Suriye istemeyiz” tavrı bir inada dönüşürse... bir savaşa dönüşme olasılığı da artacaktır. 

AKP'nin Rojava'yla ilişkilerini geliştirmesine karşılık payına düşecek olanı ise, Selahattin Demirtaş yakın zamanda yaptığı bir konuşmada TOKİ'yi Kobane'ye davet ederek ve “İslam'ı tanıyarak ve anlayarak siyaset yapacağız” sözleriyle özetlemişti...

3) Kobane sonrası seçimler

Seçim konusunu önümüzdeki günlerde tekrar tartışacağımızı varsayarak, bu yazı sınırlarında kısaca ve Rojava bağlamında ele alabiliriz. 

Değerlendirmeye başlarken, bölge-ülke siyasetinin vaziyeti ile Kürt hareketinin politik stratejisi, tavır ve yönelimlerini dikkate alarak bir gerçeğin açıkça ifade edilmesinde fayda var: HDP'nin (büyük ölçüde Kandil'in etkisiyle) seçime bağımsız adaylar yerine “parti olarak girme” kararı; Türkiye'nin -şimdiki ve genel anlamıyla- düzenine dönük bir müdahale ve değiştirme isteğiyle değil, düzeni zorlayarak Kürtlerin ülkedeki ve bölgedeki konumunu ve kazanımlarını güçlendirme hedefiyle ilişkili olarak alınmış bir karardır. Yani, bilhassa Kobane sonrasında, Kürt hareketinin bölgesel iddialarını sürdürebilmesi ve statü arayışını sonuçlandırabilmesi için “çıtayı yükseltmesi”, siyasetin kuralları gereği bir zorunluluktur. “Bağımsız adaylarla girilseydi” vurgusu bu anlamıyla da konu dışıdır. 

Seçim barajını geçmek ya da altında kalmak Kürt siyaseti açısından önemsiz değildir fakat “mutlak belirleyen” de olmayacaktır. Seçimle ya da seçimsiz, barajın üstünde ya da altında, çatışma ya da müzakereyle... Kürt siyasal hareketinin önümüzdeki dönemde yoğunlaşacağı tartışma zemininin, yukarıda diğer ara başlıkların altında belirtilenlere ek olarak, “özerklik”, “Kürtlerin anayasal statüsü”, “yerel ekonomide ve bölgesel ilişkilerde inisiyatif hakkı” benzeri “Kürdistani” gündemlerden oluşacağı sarih anlaşılmaktadır. 

Ayrıca, Kürtlerin siyasetlerini öznel hedefleri doğrultusunda oluşturup, ilerletme hakkına ve meşruiyetine sahip olması gibi, bu yönde bir arayışın mümkünatı, doğruluğu ya da yanlışlığı da elbette tartışma konusu olabilir.

Genel bir değerlendirme olarak şunu da ekleyebiliriz; AKP'nin “demokrasi” ve “meşruiyet” kaygısı taşımadığı, dolayısıyla HDP'nin barajı geçmesini istemediği; ayrıca HDP'nin barajı aştığı bir durumun sonucu olarak, AKP'nin tek başına anayasayı değiştiremeyeceği, başkanlık sistemini geçirmekte zorlanacağı ve iktidarın amaçlarının birer kavga-pazarlık konusu haline geleceği de doğrudur. Pozitif varsayımlar HDP'nin öncelikli amacı biçiminde tarif edilmemiş olsa da ikincil sonuçlar olarak ortaya çıkabilir. Bu parametrelerin AKP diktatörlüğünden kurtulmak isteyen herhangi bir seçmen tarafından tartışılmasının ve nihayetinde verilecek kararı etkilemesinin ise tahmin edilebilir ve anlaşılır bir durum olduğunu da kabul etmek gerekir. 

Ancak bütün bunlara rağmen, sosyalistler açısından verecekleri desteğin sonraki süreçte AKP ile pazarlıkta bir koza dönüşüp, yeni rejimin inşasına aparat olma olasılığı; olumsuz örgütsel ve siyasi sonuçları da olabilecek, dahası sosyalist iktidar mücadelesine ve solun bağımsız kimliğine zarar verecek ciddi bir risk olarak görülmelidir ve tercihte belirleyicidir. 

Bu nedenle, şüphesiz ki öncelikle tartışılması gereken konu, nasıl bir “mücadele programı”nın ortaya konulacağıdır. Programsız ve özensiz başlatılmış bir ittifak tartışması yerine, somut devrimci hedefe ve eyleme, ilkelere ve “sınıf mücadelesi hattı” üzerine bina edilmiş seçim işbirliği, biz sosyalistlerin “ön sözü” olabilir...