Klasikler niçin okunmalı?
Çünkü klasikler öyle etkili yapıtlar ki, gerek etkiledikleri diğer yapıtlarla gerekse toplumsal yaşamda bıraktıkları izlerle zaten okumuş gibi oluyor insan.
Biliyorsunuz Italo Calvino’nun bu isimde bir kitabı var. Calvino burada, klasiklerin sanıldığı kadar çok okunmadığını söyler ve bu saptaması doğrudur ama bunun önemi sanıldığı denli fazla değildir bence. Örneğin, Suç ve Ceza’yı okumamış fakat oradaki düşünceleri sindirmiş çok sayıda insanla karşılaştım yaşamım boyunca. Sanırım klasikler başka yazarları etkilediğinden, o başka yazarları okuyanlar klasikleri okumuş gibi oluyor dolaylı olarak. Bence bir eseri klasik yapan asıl bu özelliğidir; dolaylı da olsa etkileme gücüne sahip olması.
Diğer yandan klasikleri bugün okuyunca biraz basit kaçabilir; üzerinden geçen bunca zaman içerisinde zaten söylenenlerin çoğu ya yerli yerine oturmuş ve söylenmesi bile gereksiz hale gelmiş olabilir. Elbette bu söylediğim edebiyat eserleri için geçerli değil. Ama, örneğin Montesquieu’nun ‘kuvvetlerin ayrılığı’ ilkesi; günümüz Türkiye’sinde sulandırılmış olsa da en azından kavram olarak herkesin bildiği söylenebilir. Diğer yandan bazılarının da yanlışlığı çoktan kanıtlanmıştır. Örneğin Aristo’nun biyolojik kuramları gibi. O zaman neden bunları okuyalım, eğer konunun tarihini öğrenmek istemiyorsak? Bence klasikler insanı ‘kendine getirmek’ içindir; ‘yüzlerce yıl önceki entelektüel kapasiteyi görmek ve günümüzün bunca kültürel olanağına karşın kendini bir şey sanmamak’ için. Evrene bakıp da ‘ne kadar küçükmüşüz’ demenin düşünsel düzlemde eşdeğeri gibi. Yani, kendine gelebilmek için klasikleri arada bir okumak gerekiyor. Geçtiğimiz on beş günün benim için böyle bir anlamı vardı.
Tacitus’un Germania & Britannia kitapları gerçek birer klasik; birinci yüzyılda yani günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce kaleme alınmış. Her ikisine de tarih, siyaset bilim, sosyoloji, etnografya, coğrafya vs. kitabı gözüyle bakılabilir. Şunu gördüm; bilimler ayrımı olmaması ne güzelmiş! Eninde sonunda iş buraya varacak ama Germania & Britannia okuyana bilimlerin birliğini önceden göstermiş oluyor. Hem de ne önceden; iki bin yıl öncesinden!
-Germania & Britannia. Cornelius Tacitus. İkisi bir arada Kronik Yay. 2022 baskısı var, fiyatı 34 TL.
Kısacık kitaplarda aklımda kalan pek çok nokta oldu. Öncelikle dili öylesine güzel ki, ülkeler arasındaki sınırları tarif ederken, “dağlar ve karşılıklı korkuyla ayrılır” demesinde bilgi, estetik ve yorum iç içe ve özlü anlatımına sadece bir örnek; kitaplarda daha pek çok benzeri var. Tacitus, olayları yorumlarken tanrı sözcüğünü kullansa da, genellikle doğaüstü güçlerden çok somut nedenlere dayandırmaya çalışıyor. Sanırım kalıcı olması bu yaklaşımından. Üstelik bu nedenle sıkıntı çektiğini, yayınlamakta zorlandığını da biliyoruz. Elbette yazarken günümüz için değil, kendi günü için yazmıştı: “Eskiden ünlü insanların yaşamlarını ve karakterlerini genç nesillere aktarma geleneği vardı. Günümüz dünyası çocuklarına karşı umursamaz davranıyor” derken ‘eskiden’ vurgusu insanı düşündürüyor. Veya “Afrika, Asya, Roma gibi güzel yerler varken, insan neden Almanya’da yaşar?” diye sorması da.
Britannia’da isyancıların önderi Calgacus’un “Romalılar eşkıyalığa, katilliğe ve soygunculuğa ‘imparatorluk’ adını verir. Savaşlarda ıssız birer çöl haline getirdikleri yerler için konuşurken de ‘Barış getirdik’ derler” sözlerini aktarması, hem Romalı bir aydın olarak nesnel yaklaşımını gösterirken, aynı zamanda yüzyıllar sonraki düşünürleri de etkilemiştir. Özellikle de 18. yüzyıl aydınlanma düşünürlerini.
Jean-Jacques Rousseau’nun Tacitus’u okuduğunu biliyoruz. Toplum Sözleşmesi ve diğer kitaplarında toplumların bir arada yaşamasını kurgularken, despotizmin analizinde Tacitus’tan yararlanır. Rousseau’nun, Toplum Sözleşmesi’nin daha başlarında “insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” diye başlayan sözleri, “ama toplum düzeni bütün öbür hakların temeli olan kutsal bir haktır” sözleriyle sürer.
-Toplum Sözleşmesi. Jean-Jacques Rousseau. Kitapçılarda çeşitli yayınevlerinden baskıları var, fiyatları 10-50 TL arası.
Feodal kurumların kapitalizmin gelişmesinin önünde oluşturduğu engellerin yarattığı sıkıntılar ve ulusal devlete olan gereksinime göre “İnsanları olduğu gibi, yasaları da olması gerektiği gibi” ele alarak toplum düzenini oluşturma fikrinde ekonomik gelişmenin belirleyiciliği yoktur ama Rousseau’nun düşünceleri, özellikle halk egemenliği konusunda ileri sürdükleri, Fransız Devrimi’nde yankı bulmuştur. İş bununla da kalmamış Toplum Sözleşmesi’nden Hegel’in devraldığı ‘yabancılaşma’ veya Tönnies’in ‘aynı toplum içinde farklı toplumsallıklar’ kavramları, düşünce gelişiminde kilit roller oynamıştır. Özelikle kilise ve feodal ideolojinin etkisinin kırılmasında, yani aydınlanmada, çağdaşı Lessing ile birlikte düşünsel etkileri çok fazladır.
Lessing, doğrudan kiliseyi hedef alan ve dinler arasında fark görmeyen bakışıyla öne çıkmıştı. Toplum Sözleşmesi’nden yirmi yıl sonra yazdığı Bilge Nathan isimli tiyatro oyununda “Kendi tanrısının üstünlüğüne inanmayı ve bu üstün tanrıyı zorla en üstün olarak kabul ettirmeyi” eleştirirken, dinlerden bağımsız “sadece insan denmesinin yeterli olduğu” nu söylüyordu. Bugün için bile önemli olan bu sözlerin yaklaşık üç yüz yıl önce söylendiğini düşünün!
-Bilge Nathan. Gotthold Ephraim Lessing. Sahaflarda Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıkları ile Elips Yay., çevirileri 15-75 TL arası.
Bilge Nathan bunların ötesinde estetik açıdan da önemli bir yapıt olarak değerlendirilmelidir. Bir yandan Sofokles tarzı dram, yani başlangıçta gizli tutulan bir gerçeğin yavaş yavaş ortaya çıkması, tarzında gözükse de, dramatik yapısı Shakespeare’i andırmaktadır. Elbette bir başyapıt değildir ve bugünden bakınca pek çok eksik olduğu söylenebilir ama tekrar edeyim 300 yıl önce yazılmıştı. Lessing, ulusal Alman tiyatrosunun öncülerindendir.
Lessing’in çağdaşı Kant’a göre din insanları özgür ve bağımsız düşünmekten alıkoyar. Bu açıdan Bilge Nathan’daki düşünceleri geliştirip kamusal özgürlüğün önemine vurgu yapar. Kant’ın son kitabı Fakültelerin Çatışması’na hem tarih hem de birikim açısından 18. yüzyılın son klasiği denilebilir. Kitap tam metin olarak ilk kez 2021 yılında Türkçeye çevrildi. Daha önce parça parça farklı çevirileri vardı.
-Fakültelerin Çatışması. Immauel Kant. Çev., Mevlüt Albayrak, Fol Yay., 2021. Fiyatı 37 TL.
Fakültelerin Çatışması, aydınlanma ve üniversite ilişkisi konusundaki ilk kapsamlı metin olmasının yanı sıra günümüzdeki üniversite anlayışının kökenleri ortaya koyması ve iktidar-üniversite çatışması ve bu çatışma sürecinde üniversitenin özgürleşmesi konusunda önemli düşünceler ileri sürmektedir. Kant’a göre hukuk, teoloji ve tıp fakülteleri üst, felsefe ise alt fakültedir. “Fakülteler arasında özgün barış, ancak teoloji fakültesinin dini inancı, hukuk fakültesinin yasaları, felsefe fakültesinin a priori aklın ilkeleri ile tamamen tutarlı oldukları ve bunların uygulamaları olarak kabul edilebilecek noktaya kadar saflaşırlarsa gerçekleşebilir.” Üniversite yazınının belki de en önemli kitabı olan Fakültelerin Çatışması, “aklını her yönüyle kullanma özgürlüğüne ve üniversitelerin özgürlüğünün bunun koşulu olduğuna ilişkin bir manifesto” niteliğindedir.
18. yüzyıl aydınlanma düşüncesinden belirgin bir biçimde etkilenen edebiyatçıların başında Mihail Lermontov gelir. Zamanımızın Bir Kahramanı, belki anti-kahramanı Peçorin, “Yoksa beni sevmeni inancın mı yasaklıyor? İnan bana, Allah tüm insanlar için aynıdır. Eğer o seni sevmeme izin veriyorsa, sevgiyle karşılık vermeyi neden yasaklasın sana?” demektedir. 19. yüzyıl ortalarında yazdığı bu kitapta Lermontov, “Zihninde en çok düşünce olan insanın, diğerlerinden daha çok eylem içerisinde olduğu” düşüncesindedir.
-Zamanımızın Bir Kahramanı. Mihail Yuryeviç Lermontov. Kitapçılarda çeşitli yayınevlerinden baskıları var, fiyatları 20-50 TL arası.
Aslına bakılırsa, kendisinden önceki aydınlanma düşünürlerinin etkilerini tüm yapıtlarında yansıtır Lermontov. Zamanımızın Bir Kahramanı’nda aktardığı kesinlikle bir portredir fakat tek kişinin değil, tüm kusurlarıyla kuşağının portresidir. Artık insan, insan olarak yer alacaktır edebiyatta, sadece ‘kahraman’ olarak değil. Bu açıdan bakıldığında, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov gibi pek çok önemli Rus yazara da esin kaynağı olduğu söylenebilir. Her şeyin iki yönü olmasını sadece insanda değil, doğada da görür Lermontov. Nazım Hikmet’in Anadolu’yu “Bu cehennem, bu cennet bizim” diye anlattığı diyalektik yaklaşımı, Lermontov’da Kafkasların muhteşem güzel dağ manzaralarının, güzel olduğu kadar geçit vermeyen ve yaşamı zorlaştıran özellikleri de olduğunu anlatarak vardır.
Lermontov demişken düellodan bahsetmeden olmaz. Bilirsiniz, Puşkin’in bir düelloda ölümünü cinayet olarak nitelendirdiği için Kafkaslara sürülmüştü. Zamanımızın Bir Kahramanı’nda da düello yine önemli bir öğe olarak yer alır kitapta. Sonrasında, gerçek yaşamında da bir düelloda ölür Lermontov.
19. yüzyılın sonlarına doğru farklı toplumsal gerçekliklerin bir arada yaşaması edebiyata yansımaya başlar. Bir yandan kapitalizmin farklı sınıflarının insanları, diğer yandan bu sınıflar içerisinde önceki toplumun yaşam tarzının sürdüğü kesimlerin varlığı Maupassant’ın öykülerine yalnızlık, uyumsuzluk ve yaşam arasında sıkışmışlık olarak yansır. Gerçekçilik ve doğalcılık (realizm-natüralizm) arasında duran Maupassant, Mutluluk adlı kitabında sıradan insanları güçlü bir yalınlıkla işler. Anlattığı kişiler öykü malzemesi değil, insandır ama diğer planda da kişisel olmayan bir nesnelliğin sorgulanması, başka bir deyişle yazarın hayreti vardır. Tüm bunlar bir araya geldiğinde Maupassant tarzı denilen öykü ortaya çıkar. Bundan sonra Maupassant kendisinden sonraki öykücüleri etkileyecektir ama aynı yıllarda Ferdinand Tönnies, Maupassant’ın sorularını teorik zeminde yanıtlamaya başlar.
-Mutluluk. Guy de Maupasant. Daha önce Bordo Siyah, Antik ve Oluş Yay., basmıştı, kitapçılarda Karbon Kitap ve Kapra Yay., baskıları var, fiyatları 10-30 TL arası.
Tönnies’in Cemaat ve Cemiyet kitabı Türkçeye yeni çevrildi. Kant, Hobbes ve Marks’tan etkilenmiş, kendisi de doğrudan Weber’i etkilemiş ve sosyolojinin bir bilim dalı olarak kurulmasının öncülerinden birinin yüz yılı aşkın bir süredir Türkçe okuyanlara uzak kalmış olması ilginç. İlginçten öte, ayıp. Tıpkı Fakültelerin Çatışması gibi.
-Cemaat ve Cemiyet. Ferdinand Tönnies. Vakıfbank ve Ötüken Yay., baskıları sahaflarda 30-90 TL arası.
Ferdinand Tönnies Yunan dili ile felsefe alanlarında doktora dereceli ve Naziler tarafından üniversiteden uzaklaştırılmış bir bilim insanı. Cemaat ve Cemiyet’i tanımak benim için ilginç oldu. Kadın erkek ayrımı konusundaki görüşlerine katılmamakla birlikte, aynı toplum içerisinde iki farklı kültürün, bağlılık ruhuyla dolu cemaatle, ekonomik kökenli cemiyetin birlikte yaşamasını diyalektik yaklaşımla ele almasını ufuk açıcı buldum. Sosyalizmde sınıf mücadelesine uyarlanabileceğini ve verimli sonuçlar alınabileceğini düşünüyorum.
Beni şaşırtan Tönnies’in ‘muhafazakâr’ kesimlerce sahiplenilmesi oldu. Gerçekten bunu anlayamadım; acaba doğru dürüst sağcı bilim insanı olmadığından, tersine neredeyse tüm ciddi bilimcilerin solcu olduğu bir dünyada, sağın bari biri olsun diye sahiplendiğini, solun da bu eylemi pek önemsemediğini düşündüm ama bu sadece bir hipotezdi. Arkadaşım, felsefe hocası Prof. Dr. Doğan Göçmen’i arayıp, sorumu ona yönelttim. Göçmen, Tönnies’in bilim insanı dürüstlüğüne sahip, betimleyici, pozitivist bir kişi olduğunu ancak daha ileri bir toplumu göremediği için ‘muhafazakâr’ olarak nitelendirildiğini anlattı. Bu gözle bakınca benim için her şey yerli yerine oturdu; eh dedim, bu kadarcık muhafazakârlık kadı kızında bile bulunur. Şaka bir yana, Maupassant veya Lermontov’daki çelişkilere, Tönnies sistematik bir açıklama getirerek düşünceyi bir adım öteye taşımış oluyor. İleri bir toplum için ise artık son klasiklere bakmak gerekiyor.
Yirminci yüzyılın ancak başlarında yazılmış kitaplara klasik denilebilir; daha sonrası için yaşamda ve okurda sınanma zamanı çok kısadır. Lenin’in 1901 yılında yazdığı Ne Yapmalı? kitabı sadece tarih açısından değil, ama Tönnies’in muhafazakarlığının nedeni olan ileri toplumu görememe sorunu aştığı ve şu ana dek saydığım kitapların birikimlerinin üzerinde yükseldiği için de klasiktir bence. Ancak bir çekincem var: Ne Yapmalı esas olarak örgüt ve propaganda sorunları üzerine bir tür polemik kitabıdır ve kendisinden önceki Rus sosyal demokrat birikiminden de kopuşun deklarasyonudur. Bu kopuş onların Ne Yapmalıcılar diye anılmaya başlanmalarıyla belirgin hale gelmiştir. Bu satırların okurlarına Ne Yapmalı üzerine yazmanın ne denli gereksiz olduğunun farkındayım ama o gün pratikte ortaya çıkan sorunları tartışan ve bu yüzden unutulmaya mahkûm pek çok ayrıntı barındıran bu tür kitapları okumak zaman geçtikçe zorlaşacaktır ve ben bu sürecin ayırdındayım. Çekincem bu yüzden; acaba yıllar, örneğin elli yıl, sonra polemiğin ayrıntılarına bilen kaç kişi kalacak ve keyifle Ne Yapmalı’yı okuyabilecek? Neyse, şu an için bence klasik, elli yıl sonra bu sütunlarda kim yazacaksa o düşünsün devamını. Bana ne?
-Ne yapmalı? Vladimir İlyiç Lenin. Kitapçılarda çeşitli yayınevlerinden baskıları var, fiyatları 20-60 TL arası.
Yeniden Italo Calvino’ya dönecek olursak, klasiklerin sanıldığı kadar çok okunmadığı saptamasına hem katılıyor hem de edebiyat eserleri dışında okunmalarını zorunlu da görmüyorum. Çünkü klasikler öyle etkili yapıtlar ki, gerek etkiledikleri diğer yapıtlarla gerekse toplumsal yaşamda bıraktıkları izlerle zaten okumuş gibi oluyor insan. Örneğin, Rousseau veya Kant’ın görüşlerini, yazdıklarını hiç okumamış olduklarına emin olduğum, hatta isimlerini duymamış olma olasılığı yüksek olan kişilerden dinlediğimi biliyorum. Demek istediğim, kitapların kaç tane basıldığı değil, etki alanları çok daha önemli bence ve ancak böyle klasik olunabilir. Bu genel bir belirleme; kişisel olarak ise, yazının başında açıkladığım nedenlerle ben de kendime gelmiş oldum.