Kış esas Antalya’yı vurur…

Herkesin malumudur; ekim ayı dert ayıdır. Türkiye’nin Akdeniz Bölgesi haricinde kışın yüzünü gösterdiği ve bu yüzden de yeterince kış hazırlığı olmayanların kaygılarının büyüdüğü aydır. Genel olarak Akdeniz ve özel olarak da Antalya bölgesi için bildiğiniz gibi bu tip kaygılar en azından aralık ayına kadar yok. Yüzünü bizden esirgemeyen güneş içimizi yaklaşık iki ay daha ısıtmaya devam edecek.

Ama ekim ayı Antalya’da yaşayanlar için bambaşka ve çok daha katmerli dertlerin ayıdır. Mayıs ayı ortalarında başlayan ve nefes bile almaya zor zaman bulunan bir dönemin yani turizm sezonunun sonlarına gelinmeye başlanmıştır artık. Ve emeğiyle geçinen herkesi bir korku sarmaya başlar “ne zaman işten çıkartılırım” korkusu. Bu korku öyle bir korkudur ki; çocuğunuzun gözlerine bakmaya utanırsınız.

Antalya’da her şey ama her şey turizme endeksli olarak vardır. Herkesin takvimi buna göre ayarlıdır; patronların da emekçilerin de… En geç nisan ortasına kadar işe alımlar yapılır, her şirket o sezon için ekibini kurmaya hazırlanır ve bu hazırlık nisan ayının sonuna kadar da tamamlanmış olur. Ardından yaklaşık 5-6 ay sürecek deli gibi bir çalışma dönemi başlar.

Eğer çalıştığınız firmanın size sağladığı bir servis varsa ya gecenin yarısı ya sabahın köründe atlarsınız servise. Buraya kadar her şey aynı değil mi? Türkiye hatta dünyadaki neredeyse tüm emekçiler benzer koşullarda işe başlıyorlar buraya kadar anormal bir şey yok. Hatta İstanbul gibi metropollerde servis süreleri çok daha uzun ve zahmetli de oluyor. Zaten benim söyleyeceklerim de buradan sonra başlıyor.

Sabah servisiyle geldiğinizi varsayalım; ne zaman dönersiniz? Saat 16.00 gibi bir servis aracı var aslında ve çalışma saati olarak bakarsanız onunla dönmeniz de gerekir değil mi? İşte burada turizm işçisinin farkı ortaya çıkar. Siz o servise çoğu zaman binemezsiniz. Bir kere o servis anca 18.00’a doğru kalkar, neden mi? Müşteri giriş çıkış saatleri yüzünden… İş o saate anca biter ve servis ya bekletilir ya da zaten o ne zaman gelmesi gerektiğini bilir. Ama çoğu zaman o servise de binemezsiniz çünkü yeterli sayıda personel hiçbir zaman olmaz, şirketin işi de hiçbir zaman bitmez. Ama patron ya da personel şefiniz ‘sizi her zaman düşündüğünden’ yarım saatlik ara koyar muhakkak. Yoksa sonraki fazladan 4 ya da 5 saati nasıl çalışırsınız? Hem turistlere iyi hizmet vermezsek seneye halimiz nice olur değil mi? Dünyanın her yerinde geçerli temel yasa burada da geçerlidir. Patronlar her şeyin sefasını sürer ve alkışları toplarken, işin tüm yükünü sırtlanmak yine emekçilere düşer.

Yine de tüm bunlara rağmen emekçiler hiç olmazsa bir işi olmanın kıvancıyla sürdürürler bu kahırlı işi. Öyle ya eve ekmek götürmek lazım…

Ama şimdi artık ekim ayıdır. Sürekli personel çıkışları günlük vaka-i adiyedendir artık. Yazın gösterilen inanılmaz performans hiçbir anlam ifade etmez. Hafta sonları bile çalışıyor olmanız, mesai saatleri veya ücreti gibi kelimelerin hiçbir ortamda adının bile geçmemesi gibi durumlar da kurtarmaz sizi bu kaderden. Ve her yıl tekrarlanan kısırdöngü işsizlik işte yeniden vurdu ailenizi. Şansınız yaver giderse yeniden işe girebilmek için önünüzde 6-7 ay var.

Turizm işçilerinin sayısı verilere göre bir milyondan fazla. Bunun çok büyük bir kısmı ise Antalya’da. Koskoca bir şehir ekim ayından itibaren tir tir titremeye başlıyor “bu kış ne yapacağız” diye. Koskoca bir şehir yoğun bir depresyon altında ve koskoca bir şehir tümüyle sosyal haklardan mahrum, sigorta güvencesi olmadan, herhangi bir ek geliri bulunmadan yaşamaya çalışıyor. Koskoca bir şehir AÇ.

Buna rağmen suç oranının en düşük olduğu illerden biridir Antalya. Tabi bu işin kaymağını da ödülünü de kolluk kuvvetlerimiz eminim alıyordur. Hakları tabi… Bu kadar haksızlığa, yokluğa, açlığa mahrum bırakıldıkları halde hala suç işlemeyen bir şehir ‘övgülere layık’ olmalı.

Ama yine de ünlü psikolog Wilhelm Reich’in bir sözü geliyor aklıma: "Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir." Gerçekten de asıl açıklanması gereken budur. Ekmeğini emeğiyle kazananlar ne zaman gerçeğin farkına varırsa, işte o zaman hırsızlıkla değil, onuruyla söke söke alacaklar kaybettikleri dünyalarını.