Kimin savaşı?

İleri Haber'de bir yıl kadar sürdürmeyi umduğum haftalık düzenli yazılarımdan ilki bu... Dünya Barış Günü’ne denk geldi.

Ölümsüz adalet savaşçısı Ebru Timtik'e ithaf ediyorum.

1 Eylül 1939 günü Almanya Polonya'ya saldırdı ve milyonlarca kişinin öldüğü İkinci Dünya Savaşı başladı. 1989’dan beri, 1 Eylül, “Dünya Barış Günü” kabul edilmektedir.

Bütün “Tarihte Bugün” listelerinde bu bilgiler bulunur. Peki, burada geçen “savaş” ve “barış” sözcüklerinden herkes aynı şeyi mi anlıyor? İlkokul çocuklarından kartlaşmış iktidar politikacılarına kadar herkes savaşa karşı olduğunu söylediği halde, nasıl oluyor da katliamlar ve savaşlar hiç bitmiyor?

PAYLAŞIM MÜCADELESİNİN SİLAHLI OLANI

Savaş konusunda, silah satışlarını artırmak gibi kaba hesaplardan veya halkın devlete-iktidara bağlılığını güçlendirmek için somut bir düşmanın varlığını faydalı gören yöneticilerden söz edilebilir. Ama sonuçta hepsi, “barış” günlerinde de asıl belirleyici olan paylaşım mücadelesiyle ilişkili. Dünya kaynaklarının ve üretilen değerlerin paylaşılması…

Devletlerarasında hep bir “pazardan pay kapma” yarışı var. Savaşmadan da bu işi görüşmeler, pazarlıklar, gizli ve açık tehditler gibi onlarca yöntemle sürdürüyorlar. Diplomasi yetersiz kalınca veya öyle tercih edilince savaş yöntemine başvuruluyor.

Yani “barış” günlerinde devlet kim için ve kimler tarafından yönetiliyorsa, savaş da aynı iradenin kararı olarak çıkıyor. Dolayısıyla, ancak ve ancak barış günlerinde de geçerli olan ve dünya iktidarlarının kontrolünde yürütülen paylaşım politikalarına karşı çıkarak savaş karşıtı olabilirsiniz.

SAVAŞTAN BESLENENLER

En büyük yanılgı ise, “Almanya Polonya’ya saldırdı” ifadesinde olduğu gibi, bir toplumun tüm unsurlarıyla birlikte, başka bir topluma karşı savaştığı algısında ortaya çıkıyor. Oysa 1930’lar Almanya’sında, kuşkusuz, Thomas Mann okuyan, Bertold Brecht oyunları izleyen, aydınlık, sevgi dolu milyonlarca insan da yaşıyordu. 1 Eylül’de onlar mı Polonya’ya saldırdı?

Nazilerin dünya savaşı çıkarmaktan önceki marifeti, kendi yurttaşlarını katletmekti. Tüm savaş severlerin ortak özelliğidir bu; dış düşmana savaş açmak kadar, kendi ülkesinin muhaliflerini öldürmekten geri durmazlar. Başka türlü sömürü sistemini sürdüremezler.

MUHALEFET NEYE MUHALİF?

Tarımda ve sanayide harcanan emek, o işleri yürütmek için geliştirilen bilgiler, ortaya çıkarılan ürünleri faydalı hale getirmeye yönelik hizmetler… Bir toplumda bütün değerler kolektif emekle üretiliyor. Ne var ki, ülkenin kaynakları ve üretilen değerlerin paylaşımı “kişisel kazanç” anlayışına uygun biçimde yönetiliyor? Üretimin niteliği ile yönetimi arasındaki bu ayrım, “şiddet”denen belanın kök nedeni değil mi? Şiddet eğilimlerinin yaygınlaşmasına uygun bir kültürün gelişmesi elbette bu temel sorunla ilişkili.

Ulusların yapısı böyle şekillenince, bir arada yaşamanın duygusu dayanışma gibi veya ortak fayda gibi anlayışlardan beslenebilir mi? Doğal olarak insanların doğuştan gelen özellikleri yüceltilip yabancı düşmanlığı büyütülerek “birlik-beraberlik” duyguları geliştiriliyor. En başta da milliyetçilik! Böylece savaş, hem yöneticilerin dünya ölçeğindeki paylaşım stratejileri (işbirlikleri) için hem de iç politikada “birlik” için cazip bir tercih haline geliyor.

Halklar “barış” günlerinde genellikle sahte politik tartışmalarla oyalanıyor. İnsanların nasıl giyineceği, kimin hangi kökenden geldiği gibi konuları tartışan siyasi starları izleyerek politikayla ilgilendiklerini sanıyorlar. Ve bu tartışmalarda, hükümetten farklı görüşü savunanlar muhalif kabul ediliyor. Oysa aynı tartışmanın içinde yer almak, birçok durumda, politik mücadelenin çarpıtılmasını desteklemeye yarıyor. “Nereden gelirse gelsin şiddete karşı olmak” gibi “hoş sözlerle” konuyu geçiştiriyorlar. Aynı şekilde, savaş karşıtlığı da ancak “Her türlü savaş kötüdür” naifliğinden ibaret kalıyor.

Oysa bağımsızlık savaşları, ulusal kurtuluş mücadeleleri, özgürlük uğruna halk hareketleri de var. Muhaliflerin, kadınların, azınlıkların varlıklarını koruyabilmek için caydırıcı güç oluşturmaları gibi, nefsi müdafaa gibi konular var. Öyle dilek ve temenniler seslendirerek barış savunulamaz.

Barış, uğruna savaşılacak bir değerdir. Ve savaştan daha kötüsü, insanın uğruna savaşacak değerlerinin bulunmamasıdır.