Başlığı atarken üçü de K harfiyle başlayan üç kelimeyi hangi sırayla yazsam diye düşünmek zorunda kaldım. Kemalistler veya Kürtlerden hangisi önce yazsam diğerine göre oraya daha yakın olduğum düşünülüp ötekine karşı mesafeli oluşuma delil gösterilebilir!
Oysa yazıyı yazmak için oturduğumda, aklımda böyle takıntılarla siyaset yapılamayacağı düşüncesini paylaşmak vardı.
Neyse, sonuçta alfabetik sıraya göre dizip yazmaya karar verdiğimi baştan söyleyeyim, en azından bu açıdan ön yargısız okunsun.
İki hatalı eğilim
Bugün ülkemizde bırakalım tek tek sosyalist grup veya partileri, bir bütün olarak sosyalist hareket bile olması gerektiği kadar etkili bir siyasal-toplumsal odak olamamış durumda.
Hemen her ciddi siyasal tartışmada, bağımsız bir sosyalist hattın kendini belirgin biçimde ve geniş kitlelerde karşılığı olacak şekilde ortaya koyamamasının sıkıntısını yaşıyoruz.
Bu sürecin uzun yıllara yayılmış olması en az iki net hatalı eğilim doğurmuştur.
Birincisi içe kapanmadır. Aktif siyasal tavır geliştirmek yerine esas olarak durumu analiz ederek ayakta kalmaya çalışan bu eğilim, tüm ciddi/gerçek siyasal gelişmelerde esas olarak kendini korumaya çalışır.
İkinci hatalı eğilimin ise literatürdeki adı kuyrukçuluktur. Kendisinin gerçek siyasal-toplumsal bir güç olamadığını kabul eden bazı özneler, kimi ek sözde politik gerekçelerle daha büyük güçlerden birisine eklemlenme yoluna girmişlerdir. Bu yönelimin sahipleri, siyaset yasaları gereği kısa bir süre sonra kendi bağımsız kimliklerini yitiriyorlar.
Mahkum değiliz
Türkiye siyasi tarihinden bugüne gelen sürece baktığımızda solun ilişkilendiği, etkilediği ve etkilendiği temel iki siyasi akımdan söz edebiliriz.
Bunlardan birisi çok uzun yıllara yayılan bir tarihsel kesit için Kemalizm ise diğeri en azından son 30 yıldır Kürt hareketidir.
Buraya kadar yazdıklarımızdan sonra net bir soru sorabiliriz?
Devrimciler için, içe kapanmadan veya bu iki siyasal akımdan birisine yedeklenmeden gerçek bir siyasal odak olmak mümkün mü?
Eğer amacımız devrim ve oraya giden sürecin zorunlu bir adımı olarak sosyalizmi bu ülke topraklarında gerçek bir güç olarak var etmekse, bu mutlak bir zorunluluk.
Tamam zorunluluk ama tekrar soralım, peki mümkün mü?
Gördüğünü söyleyebilme gücü
Sosyalizm gerçek bir güç olamadığı sürece, sosyalistlerin ülkenin gerçek sorunlarına dair söyledikleri her söz kaçınılmaz olarak, birilerince bir tarafa eklemlenme olarak yorumlanacaktır. Yakın vadede bundan kaçış yok.
Öyleyse bundan korkmaya da gerek yok.
Korkmaya gerek yok çünkü, sosyalizmin gerçek bir güç olarak örgütlenebilmesi için “kim ne der?”, “bunu dersem şunların yanına düşmüş olur muyum?” gibi soruları bir yana bırakıp gerçek siyasal tartışmalarda tavır almak zorundayız. Yukarıda sorduğumuz “mümkün mü?” sorusuna “mümkün” yanıtı vermek için yapılması gereken budur.
Tersten de yazalım, Türkiye’nin tartıştığı konularda açık, yalın, anlaşılır bir tavır almayan bir siyasal akımın milyonlarca insan için gerçek bir seçenek haline gelmesi mümkün değildir.
Örneğin, aydınlanma, bağımsızlık, laiklik gibi alanlara değen konularda Kemalistleşme eleştirisinden korkup susmak ne derece yanlışsa, eşit yurttaşlık, özgürlüklerin genişlemesi, anadilde eğitim hakkı veya devletin Kürt halkına karşı işlediği suçlara karşı tavır alırken Kürtçüleşme eleştirisinden korkmak o kadar yanlıştır.
Yanlışlığın temelinde şu var, yukarda sıralananlar, örneğin CHP hiç bu konularla ilgilenmediği veya PKK henüz kurulmamışken bu ülkenin devrimcileri, komünistleri tarafından üzerine söz söylenmiş, tavır alınmış başlıklardır.
Bunlar bizim başkalarından alacağımız mücadele başlıkları filan değil. Bu ülkede verilen sosyalizm mücadelesinin ilk günlerinden bu yana kavgamızın konusu olmuş başlıklardan söz ettiğimizi hatırlatmak isteriz.
Dolayısıyla bunların güncel yansımalarına sessiz kalmamız düşünülemez.
Bir şey değişir her şey değişir
Komünistler cesur olmalı, gördüğünü, inandığını söylemekten korkmamalıdır.
Türkiye bugün öyle bir noktaya gelmiştir ki, bir dönem kullanılan “bir şey değişecek, her şey değişecek” sözü siyasetin yakın geleceği için cuk oturmaktadır.
Sosyalist hareket içinden geçtiğimiz sürecin kendinden beklediği, akıllı, cesur ve örgütlü çıkışı gerçekleştirmeyi başarırsa gerçekten çok şey değişir.
Sosyalist hareketin etkin bir güç olduğu bir Türkiye’de gerçek Kemalistlerin komünistlikle suçlanması bile olasıdır.
Bu durumda, örneğin emekli öğretmen bir Kemalist teyze bindiği kalabalık bir otobüste laiklikten, bağımsızlıktan söz ettiğinde “Komünizm propagandası” yapmakla suçlanacaktır.
Kürtler bu ülkenin eşit yurttaşıdır diyen herhangi bir vatandaşın, Kürtlerin uğradığı haksızlıklara, adaletsizliğe isyan eden genç bir arkadaşımız, komünistlerin etkisinde kalmış olmakla itham edileceği gibi.
Toparlayalım...
Metin Çulhaoğlu’ndan aktaralım, “Tarihin her döneminde, hangi ülkede olursa olsun sosyalist siyaset, kendisinin başından şekillendirmediği, verili siyasal ortamın ve saflaşmaların içinden geçerek, dolayısıyla oraya buraya “değerek” ve “çarparak” kendi yolunu açar.”
Buna cesaret edemeyenlerin “sosyalist iktidar” iddiası bana çocukluğumu hatırlatıyor.
En azından benim çocukluğumda Alibeyköy’de her sokakta görebileceğiniz bir görüntüydü.
Mahallenin belki en yeteneklilerinden olanlar, dar sokak aralarında plastik topla futbol oynarken, maçlarının spikerliğini de yaparlardı.
“Evet, Feyyaz topu aldı, top Feyyaz'da, Feyyaz şöyle bir kendi etrafında döndü, kaleyi gördü, vurdu ve goool” diye yüksek sesle bağırken, kendini on binlerce kişinin izlediği bir maçta sahada hayal eden küçük futbolcular sevimliydi.
Ancak, Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte sosyalist hareketin ufkunu siyasetin ikinci, üçüncü kümesinde şampiyonluk mücadelesiyle sınırlandırmanın hiç sevimli olmadığını da görmek zorundayız.