Kaukokaipuu, moloz, alzheimer

Başlık bu yazının tüm derdini anlatıyor. Birbiriyle alakasız gibi görünen kavramlar içten bir bağla kolayca bir araya gelebilir. Sırada moloz var.

Bora Ercan

Kauko Fin dilinde uzak yer, kaipuu da sıla anlamına geliyormuş. Dolayısıyla kaukokaipuu da uzak, öte, hiç gidilmemiş bir yere dair olan sıla, hasret. Portekiz dilindeki tanımlanamayana, olmayana duyulan yoğun arzu anlamına gelen saudade kelimesine benziyor. Bir özlem var, ama ne? Çünkü bir yere, hem de gidilmemiş bir yere gitmek değil, asıl konu yaşan(a)mamışa, yaşattırılmamışa olan özlem. Bu noktada neyi yaşayacağımızı tam olarak bilmek hali de değil ama neyi yaşamamayı, üzerimize çöken karabasanı, bir türlü kalkmayan ağırlığı yaşamamaya yönelik bir duruş. Huxley’in ünlü sözüdür: ‘Bu dünya bir başka dünyanın cehennemi’. Peki o başka dünya nedir, nerededir?

Dil yetersiz gelir bazen, bazen de fazla. Aslında söylenenlerin yetersiz gelme hissi devamının fazlalık olacağına dairdir. Bu nedenle, burada bitireyim zira kaikokaipuu Fin ülkesinin sonsuz buzullarında biraz nostaljik biraz romantik bir duygulanım ifade edebilir, ama bugün yaşanan, bu halin kaçınılmaz bir zorunluluk olmasıdır.

Başlık bu yazının tüm derdini anlatıyor. Birbiriyle alakasız gibi görünen kavramlar içten bir bağla kolayca bir araya gelebilir. Sırada moloz var.

Molozu anlamak için betonu anlamak gerek önce. Beton bir yapı malzemesi olmanın ötesinde bir sosyoloji kavramıdır. Toplumun birbiri içine karışan ebruli, batik ya da gökkuşağı yapısına karşı duruştaki donuk grilik! İktidarın Mussolini mimarisiyle ve foucaultcu biyopolitik şehir planıyla soyuttan somuta varmasının ifadesidir. Molozsa betonun kaçınılmaz artığı. Ülkenin yarısından çoğu bitmeyen ve biteceği de görünmeyen bir şekilde inşaat halinde. İnşaat moloz yaratır kaçınılmaz olarak, bina dikme zihniyeti bu molozu şehrin, köyün çoğunlukla gözden ırak bir yerine bir gece vakti döker. Arkasına da bakmadan uzaklaşır oradan. Uyanır bakarsınız dere kenarları, ormanlık alanlar, en olmadı evinizin yanındaki boş bir arazi moloz yığınları altındadır. Güzelim topraktan baharda fışkıracak olan papatyalar, gelincikler, makiler, çayırlar üzerinde çimento artığı, kiremit, tuğla, demir, alüminyum doğrama, cam parçaları, fayans kırıkları ne varsa yığılmıştır. Böylece, moloz da beton gibi bir sosyoloji kavramı haline gelir. Toplumun çiçeğe durmaya hazır tüm inceliklerinin üzerine moloz dökülür. Kanunlar, soruşturmalar, göz altına almalar, tehditler büyük oranda bu molozlaşmaya hizmet eder. Kayyum rektörler buna güncel bir örnektir.

Ortadoğunun antik metinleri suç ve ceza üzerine kuruludur. Habil ile Kabil birer arketip olarak çağlar boyunca kendini tekrar eder. Oysa bu çoban ve çiftçi kardeşler dışında da model alınacak yaratılış efsaneleri var, zira çobanlık da çiftçilik de cinayetin meşruiyetinden başka bir şey değildir. Fakat o başka kültürler savaşmayı pek de bilmedikleri için olsa gerek dünya bu ikisinin çatışmasının üzerinde dönüyor binlerce yıldır. Mitolojik dönemlerdeki cezalar topluma nasıl bir korkutucu örnekse bugün gözaltına alınan bir kişinin hiçbir savunma aracı olmamasına rağmen fiziksel şiddete uğraması, kapatılma cezası, sonuçlanmayan mahkemeler kişiden çok bir düşüncenin, geçmişin, geleceğin, toplumun örnek gösterme yoluyla cezalandırılmasıdır. Toplumun apolitikleşmesinin de temel aracıdır bu. Politika yapmak iktidara yakınsan makbuldür. Türkiye’de solun tarihi Osmanlı’dan itibaren kıyımların tarihidir. Bugün sol neden yeterince güçlü değil sorusunun cevabı bundan başka nedir?

Yakın tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.

İnsanın başına gelmeden bilemez. Mesela kanser, mesela demans, alzheimer. Başa gelmesi demek sizin de bu hastalıklardan birine kapılmanız değildir elbette. Bir sevdiğinizin, bir yakınınızın bu tür hastalıklarına tanıklık etmek demektir. Annenizin sizi tanımaması büyük bir acıdır. Anneniz belki de o kadar çok acı çekmiştir ki unutmak bir savunma mekanizması olarak devrededir ya da siz tutsaksınızdır, anneniz yaşamını kaybetmiştir, üstüne bir de cenazesine ve mezarına saldırı vardır. Saldırı ölüler üzerinden yaşayanlarıdır. Fakat siz bütün bu saldırılar karşısında ne annenizin cansız bedenini ne de kendi canlı varlığınızı savunabiliyor, koruyabiliyorsunuzdur. Böyle bir çaresizlik yaşıyorken demans zihinsel intihardan başka ne olabilir? Dünyada demans sıralamasında Türkiye ilk sıralarda. Bunun düşük yoğunluklu iç savaş, iç ve dış göç, beraberinde gelen kötü beslenme, yaşam koşulları ve betonlaşmayla ilişkisini kuramazsak işte o içimizdeki molozlarla mutlu yaşadığımızı sanıyor olabiliriz, zira başka bir şey bilmiyoruzdur, hayal bile kuramıyoruzdur. Kanser de cehennemimizin başka bir musibetidir. Hapishanelerde bu hastalıklara yakalanmış her kim olursa olsun böylesi arkaik cezalandırma yöntemlerinde ısrar ve intikam yerine başka bir çözüm bulunmalıdır.

İktidar yasayı belirler. Moğolca yasa kelimesi Cengiz Han’ın kanunuyken, yasak kelimesi Türkçe düşünme atmosferini belirleyen bir kelime olmuş. Yasayı koyan bir süre sonra o kadar çok yasak koyar ki neyin yasal neyin yasak olduğu anlaşılmaz. İktidar kendi varlığını suçlu üreterek yeniler. Suçsuz ve cezasız bir yaşam hayali belki de Habil ile Kabil’in ve dahi Cengiz Han’ın düşünce evrenimizden uzaklaştırılmasıyla mümkündür.

Başa dönersek kaukokaipuu uzaklara bakarak bir mantra gibi tekrarlanabilir, zihnimizde belirense o iyi yerde iyi bir halde olmaktır ve belki zihnimiz molozlarından arınır ve belki nefes alır, tohuma durur, ve elbette anımsarız yaşam eylemdedir, her eylemimizde yeniden, yeniden. İşte o yaşam alanını kurabiliriz, mücadeleyle… Neden varız ki?