Karşımızda kim var bilelim

Zamanında çok duyardık: “Canım neticede AKP de bir sermaye partisi, özel bir yere koymanın, sadece ona yüklenmenin ne gereği var? O gider başka bir sermaye partisi gelir…”

Konuya tarihsel boyutuyla bakmak isteyenlerde ise doğrusal denebilecek bir yaklaşım görülürdü: Önce DP (Demokrat Parti) gericiliği, sonra AP (Adalet Partisi) ve 70’li yıllardaki AP’li koalisyonlar, ardından 12 Eylül, ANAP-Özal gericiliği ve hepsinin uzantısı olarak da AKP…

Yani yeni gelen, öncekinin “üstüne koyarak” yol alıyordu.

Bu tür yaklaşımlara yöntemsel açıdan belirli bir itirazımız olacak.

Şöyle: Gericiliğin “gelişimi” geriye doğru kümülatif özellik taşır; gericiliğin daha yakın zamanlardaki şekillenişi, bir önceki gericilik uğrağının devamından çok daha öncekilerin, giderek “bidayetteki” (başlangıçtaki) gericilik uğrağının yaşanan zamanda yeniden üretilmesiyle ortaya çıkar…  

Şöyle de söyleyebiliriz: Bugün AKP’nin temsil ettiği gericilik, 1946’da DP ile başlayan bir tarihsel sürecin doğrusal uzantısı olmaktan çok, İkinci Meşrutiyet dönemindeki (1908-1922) her tür gerici akımın günümüzde yeniden hortlatılması olarak görülmelidir.

Ve dikkat: Söz konusu tarihsel süreklilik ve yeniden üretilme, kuşkusuz salt düşünce ve siyaset alanında gerçekleşmemektedir; şekillendirici ve belirleyici olan, kapitalizmin ülkede ulaştığı düzey ve birikim sürecinin ihtiyaçlarıdır…

Devam edersek, bu geriye referans nedeniyledir ki bugün Abdülhamid el üstünde tutulmaktadır. Gene aynı nedenle “(…) yıllarca İslamcı militarizmi savunmuş ve Menderes döneminde bile defalarca mahkûm olmuş bir yazar (Necip Fazıl Kısakürek kastediliyor) AKP döneminde en saygın referanslardan biri” statüsüne yükseltilmiştir (Taner Timur, İslam, Laiklik ve Aydınlanma Anlayışı, Yordam Kitap 2019, s.221). 

Abdülhamid’i ve Necip Fazıl’ı “çok partili demokraside” öncülleri değil de AKP’nin kendisi yeniden “keşfettiyse” gericiliğin bu özel diyalektiği nedeniyledir.

***

AKP’nin öncülleri arasında sandıktan çıkanlara bakarsak dikkat çekici “eşleşmeler” görebiliriz:

DP demokrasi ve sandık demiştir; temsili demokrasinin, kapitalist dünyada 1946’yla birlikte “yükseldiği” dönemdir… AP “kalkınma” demiştir;  kalkınma, dünyanın 60’lı ve 70’li yıllarına damgasını vuran başat paradigmadır… ANAP “dışa açılma” ve sistemle daha ileri düzeyde “entegrasyon” demiştir; o da ANAP’ın kendi döneminin ve sonrasının başat eğilimidir…

Bu paradigmaların hiçbirisi 1923 Cumhuriyet’i ile kan uyuşmazlığı taşımıyordu; dolayısıyla DP, AP ve ANAP bu Cumhuriyet’le özel bir sorun yaşamamıştır.

Gelgelelim, 2000’lerle birlikte dünyada temsili demokrasi (geleneksel burjuva parlamentarizmi) bir kriz içine girmiş, “kalkınma” teriminin kendisi bile neredeyse literatürden silinmiş; “küreselleşme” ise kendi içinden zıt yönelimler üretmeye başlamıştır. Bunun anlamı şudur: AKP bugün ne öncüllerinden DP’nin sandık söylemini, ne AP’nin kalkınma paradigmasını, ne de sonrakilerin “küreselleşme” tutkularını referans alıp yoluna öyle devam edebilecek durumdadır…

Dolayısıyla, bunların hiçbirinin gündemde olmadığı bir dönemi (1908-1922) ve o dönemin meşrebine uygun siyasal-ideolojik akımlarını temel almak zorundadır. Sonuçta, bugün karşımızdaki gücü, Hürriyet ve İtilaf, özellikle İttihadı Muhammedi gibi oluşumlara referansla tanımlamak daha doğru olacaktır.

***

Ya bizler?

Sağcı-gerici düşünceyle solcu-ilerici düşünce arasındaki belki de en temel farklılıklardan biridir: İlki geriye doğru kümülatifken ikincisi ileriye doğru böyledir.

Geriye doğru kümülatif olma, pratikte şu anlama gelir:

1908-1922 Türkiye’sinin gerici yanını yeniden üreten bir siyasal oluşumu ve bu oluşumun başkalaştırdığı bir ülkeyi, İttihat ve Terakki’yle, Birinci Cumhuriyet’le,  DP’nin “1946 ruhuyla”, AP’nin “kalkınma anlayışıyla”, ANAP’ın “dört eğilimi bir araya getiren kucaklayıcılığıyla” ve nihayet AKP’nin “fabrika ayarlarıyla” değiştiremezsiniz, ileriye taşıyamazsınız. 

Denemek isteyenler olabilir, ama biz yokuz…