Karizmamız yok ama kirizmamız var

Behiç Ak’ın karikatüründe iki kadın konuşuyor. “Dürüst, eğitimli, yakışıklı, ince, seni çok seviyor, sen de onu seviyorsun. Niye onu terkettin?” Terkeden kadının cevabı iki kelimelik: “Karizması yok!”

Nedir bu, dürüstlükten, yakışıklılıktan, incelikten, sevgiden daha üstün olan “karizma”?

Bir de karizmatik var, “bankamatik” gibi bir şey çağrıştırıyor. Omomatik, otomatik, karizmatik…

İşte, bu, ömrü boyunca karizmanın k’sından nasibini almayan birinin hınç yazısı olmaya aday bir yazı. Sen ömrün boyunca doğruluktan ayrılma, namusunla çalış çabala, karıncayı incitme, vargücünle birini sev, sonra o seni “karizman” olmadığı için bırakıp gitsin. “Karizması” olan birine koşsun. Karizması olan biri, cebinde üç dilberin telefon numarası, esmeri, sarışını, kuzguni karası, zamanları ve mekânları bölmek için yalan üstüne yalan uydursun… Sahtekârlık ve yalan yoğunlaştıkça cazibesi ve karizması artsın…

Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” dediği bu olsa gerek. Önemli olan bir şey olmak değil, bir şey görünmek. Ne kadar güçlü görünürsen, o kadar karizmatik… Gösteri toplumunda, görüntünün, gösterişin sevdalısı bir insanlık…

Kopyayı aslına tercih etmek

Fransa’da 68 Ayaklanması’nın önderlerinden Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” şu alıntıyla başlar:

“Çağımızın… tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur… Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhası’dır.”(1) Alın, size, yalnızca çağımızı değil, tam da günümüz Türkiye’sini anlatan bir düşünce! Vallahi, altını ben çizmedim.

Her alanda gerçekliğin yerine kopyasının ve sahtesinin konulduğu bir toplum ve dünyada yaşıyoruz. Yalanın olağan ve egemen bilinç durumu olduğu bir kitle iletişim sistemi içinde haber alıp veriyoruz. Doğanın gerçekliğinin yıkıma uğratıldığı kentleşme süreçlerinde bize dayatılan mekânlarda yaşıyor, genetiği ve doğallığı, aynı anlama gelmek üzere insani gerçekliği değiştirilmiş sahte besinlerle besleniyoruz. Artık içi boş kavramlardan, yanılsamanın “had safhasından” başka bir şey olmayan “demokrasi”, “seçim”, “siyaset”, “yasama ve yargı”, “parti” ve benzerleriyle toplumsal sorunları kavramaya ve değiştirmeye çalışıyoruz. Çocuklarımıza okullarda öğretilenlerin ne bilimle, ne insanlıkla ne de hakikatle ilgisi var. İşte burada, yanılsamanın son aşamasına geliyoruz, paraya tapan bir toplumda sahte kutsallıkla, dinin aşırı hakimiyetiyle kuşatılıyoruz.

Siyasi düzen diktatörlüğe dönüşmüşse, yanılsamanın had safhasındayız da diyebilir miyiz? Yoksa tersi mi, diktatörlük varsa, toplumsal gerçek, sömürü ve adaletsizlik bütün çıplaklığıyla yanılsamanın yıkımına ve aydınlanmaya mı götürür bizi?

Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü” kitabı

İyi de, aktardığımız düşünce toplumsal gerçeğin algılanışını hangi çağ açısından yanılsamaya dayandırıyordu? Debord’un, 1967’de yayımlanan kitabının başına koyduğu bu alıntı, Alman filozof Ludwig Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü” kitabından, 19. Yüzyıldan, 1841’de yayımlanmış bir kitaptan alınmıştır ve sanki günümüz için yazılmıştır…

Ludwig Feuerbach’ın bu kitabı, Almanya’da etkisinin doruğundaki Hegel felsefesinin idealist niteliğinin dayanaksızlığını bütün açıklığıyla göstermişti. Çağının felsefi yanılsamasını belli ölçülerde yıkmıştı da diyebiliriz. Engels, yıllar sonra, 1886’da, Feuerbach’ın “Hıristiyanlığın Özü” kitabının bu etkisini şöyle anlatacaktı: “Büyü bozulmuştu; ‘sistem’ parçalanmış ve bir kenara atılmıştı, çelişki çözümlenmişti, çünkü yalnız imgelemde vardı. Bu kitap hakkında bir fikir edinebilmek için, onun özgür kılıcı etkisini bizzat yaşamış olmak gerekir. Coşku herkesi sardı: biz, hepimiz, birdenbire ‘foyerbahçı’ olduk.”(2) O zamanın iki “Genç Hegelci”si Marx ve Engels’i idealizmden kurtaran ve materyalist yapan Ludwig Feuerbach’ın bu kitabı oldu. Kısa süre içinde, bu iki genç düşünür, Hegel’den “diyalektik” çekirdeği alarak, Feuerbach’taki materyalizmin “edilgen”, mekanik yanlarını atarak, diyalektik materyalist bir felsefeyle toplumun ve tarihin hakikatini arayacaklardı.

Kapitalizmin dini “meta fetişizmi”

Yorumlamakla yetinmeyip değiştirmeyi temel alan bir felsefenin kuruluşunda Feuerbach’ın katkısını ortaya koyma işini, 1886 yılında, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu” kitapçığıyla Engels yerine getirecekti. Felsefe insanlığın kendi gerçeğinin bilincine varma arayışının en temel yollarından biridir. Temelinde işçinin artı-değer sömürüsü yatan kapitalist toplumun felsefesi, bu gerçeği gizleyen yanılsamalarla doludur. Marx ve Engels, kapitalist toplumun gerçekliğini ortaya çıkararak bu yanılsamaları yıkmaya çalışmışlardır. Yazdıkları, aydınlanma felsefesinin akılcılığı ve iyimserliğiyle yüklüdür.

Marx, kapitalist toplumun en temel yanılsamasını, “meta fetişizmi” olarak tahlil eder. Feuerbach’ın, insanın, özünden çıkararak gökyüzüne yerleştirdiği, kendisine hükmeden bir tanrı yaratmasını ve onun esiri olmasını çözümlemesine benzer biçimde, “meta fetişizmi” de, insanların üretim sürecinde girdikleri ilişkiler sonucunda ürettikleri metaların, onlara hükmeder hale geldikleri bir yanılsamalı gerçekliği anlatır. Meta üretim sürecindeki insan emeğinin bir simgesi olan “para”nın, emekçiye hükmeden bir tanrı durumuna gelmesi, “temsilin gerçekliğe”, paranın yalnızca göstergesi olduğu üretken insan emeğine üstün duruma gelmesi demektir. Din ile meta fetişizminin birleştiği yerde ise, günümüzün Türkiye’si ortaya çıkar. Diktatörlük rejimlerinde yanılsama iktidardır. Dinin yabancılaşmasıyla “meta fetişizmi” insanlığı gerçekdışı bir hayata mahkûm etmek için el ele, iç içe iktidarın siyaseti ve felsefesi olmuştur. “Bakara ile makara”, ayet ile ayakkabı kutusundaki para bu gerçeğin yansımasıdır.

Sami Gürel’in “Beyinsel Kirizma”sı

Diktatörlerin imal edilmiş “karizması” bu yanılsamanın sonucudur. Bizim felsefemiz yalnızca dinin yanılsamalarını değil, meta fetişizminin yanılsamalarını da yıkmak zorundadır. Guy Debord’un “gösteri toplumu” kavramı, kapitalist toplumun insanı soktuğu yanılsamalı bilinci anlatır. Bu bilincin, deyim yerindeyse, “karizmasını çizer”. 

Gerçeğe dayalı bir yaşam kurmak için gerçekçi bir yönteme, gerçekçi bir felsefeye, gerçekçi bir sanata ihtiyacımız vardır. Sahte olmayan dostluklar, yaratıcı aşklar, sonuç alıcı toplumsal savaşımlar toplum ve insan gerçeğimizin hakikati temelinde geliştirilebilir. Yaşam boyu sürecek temel çabamız, bu hakikati daha iyi anlayıp anlatmak için sürekli çalışmaktır. Köy Enstitülerinin çocuğu, çok güzel bahçe yetiştirmesini bilen filozof dostum Sami Gürel’in kitabının adıyla söylersem, insani kişiliğimizi oluşturup geliştirmek için sürekli “Beyinsel Kirizma” içinde geçecek bir yaşamdan söz ediyorum.

Behiç Ak’ın karikatürüne dönersek, felsefenin bizim topraklarımızda, Ege’de başlamasından büyük heyecan duyan ve “akış felsefesini” sürdüren Sami Gürel’in ipucuyla, sahte bir gerçekliğin kavramı “karizma”ya dayalı bir ilişkiyi değil, çalışmanın, emeğin anlatımı olan “kirizma”ya dayalı bir aşkı ve mücadeleyi buluyoruz. Karizmamız yok ama kirizmamız var…

Zahmetli bir iş, emekle kazılan insanlık birikimine ulaşmak, onun yaratıcı ve arındırıcı ateşinde pişmek gerekiyor.

1) Ludwig Feuerbach, aktaran Guy Debord, Gösteri Toplumu, s. 13, çeviren: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yayınları, 1996, İstanbul.

2) Engels, “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu”, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları,1979, Ankara, s. 420