Karışıklık ve kuralsızlık diz boyu

Türkiye çok karışık, her yeri karışık. Neresinden bahsetsek? İnsanın bir konuyu ele alıp sakin bir şekilde inceleme şevkini kıran bir durum. İleri haber’e Fransa’daki sosyalist hükümetin zaaflarından bahsetmeyi düşünüyorduk. Bunun nedenleri üzerinde durmayı istiyorduk, fakat öbür tarafta aklımıza hep Türkiye’de olan bitenler geliyordu. Mesela bu son hafta Meclis’teki muhalefet partilerinin tepki göstermediği orta öğretimde türbanın serbest bırakılması meselesi bizi yine eskilere aldı götürdü. Eskiler diyoruz çünkü bir zamanlar içinde benim de yer aldığım bazı üniversitelerin bazı öğretim üyeleri türbanın üniversiteye girmesine karşı çıkmışlardı. Türbanı bir özgürlük olarak gören diğer meslektaşlarına nazaran onlar türbanı siyasi bir sembol olarak görüyorlardı. Peki, üniversitelerde siyaset yapılamaz mıydı? Yapılırdı elbette ama kutsalın, dinin diğer siyasi ideolojilere göre çok önemli bir üstünlüğü vardı o da eleştirilememesiydi. İnsanlar kafalarına yatmayan ideolojilere “hadi ya gidin başımdan” deme özgürlüğünü, dine, kutsala söyleme imkânları çok daha zordu. O zaman din siyaseti güdenler diğer ideolojilere nazaran siyasi mücadeleye her zaman 1-0 önde başlayacaktı. İşte bu dini sembollerin kamu alanlarına sokulmama hassaslığına birçok muhalif çevre laiklik refleksi dedi küçümsedi ve eleştirdi. Diğer laikler niçin türbana karşı çıkıyorlardı onu bilmem ama kendi adıma konuşmam gerekiyorsa öğrenci arkadaşlarıma zulüm yapmak onların özgürlüklerini kısmak falan değildi amacım. Çözüm olarak türbanın çıkarılması veya peruk takılması gibi önlemlerde açıkçası çok iç açıcı önlemler olarak görmedim. Yani bir taraftan türbanlı üniversiteye girmesin dediğimiz vakit öbür taraftan bunun nasıl mümkün olacağı konusunda şahsen sıkıntım vardı. Fakat öte taraftan bu yasağın kişisel bir nefretten kaynaklanmadığını fakat kökeni 1789’a dayanan 1923 Cumhuriyeti ilkelerini korumak yüzünden olduğunu anlatmaya çalışıp, öğrenci arkadaşları anlayışlı olmaya çağırıyorduk. Ama sonuçta çok iyi örgütlenmiş türban savunuculuğu yapan kitleler bastırıp bu hakları aldılar. Ortak bir kıskaç altına girdik, karşımızda Cumhuriyeti ve laikliği bir zapturapt rejimi olarak gören her türlü kesimden insan bizi, AKP’nin yıkmakta olduğu karanlık Cumhuriyeti korumakla suçladı.

Bugün türban orta öğretimde serbest bırakıldı ve AKP daha evvel yıktığı Cumhuriyet’i bir kez daha yıktı ve öylece bıraktı. Şimdi artık ortada ne laiklik var, ne Cumhuriyet var, ne ilke var, ne kimsenin tutunabileceği, radikal İslam dışında bir yol var. Toz duman içinde her şey, dün iyi olan bu kötü olmuş, dün doğru olan bugün yanlış olmuş. Vaziyet olarak buradayız.

Bu şartlar altında şahsen düşüncem biz kendi halinde! ve saf! olan insanların ne siyasete ne iktisada, ne topluma uyum sağlamamız mümkün gözükmüyor. Birincisi siyasete uyum sağlayacaksak eğer, ilkesizlik üzerinden siyaset yapmamız gerekecek. Çünkü bu yeni siyaset anlayışında kendi menfaatimiz için her türlü yola ve görüşe çark etmek ve her türlü bel altından vurmak serbest olacak. İkincisi iktisada uyum sağlayacaksak eğer işçi ölümlerini, sanayi yerine her yeri deşip inşaat sektörü çılgınlığını, taşeron firmaları, esnek iş gücü uygulamalarını hoş görüp iktisat analizleri yapacağız. Bazen bazı uygulamaları eleştirir gibi gözüksek bile çoğunluğu ile hemfikir olacağız. Dünya da hafta da en fazla saat çalışan ülkeler arasında ilk 5’de olmamızı, Çinli işçilerden bile ortalama 10 saat daha fazla saat çalıştığımızı sorgulamayacağız. En fazla işçi ölümlerinin olduğu ülke sıralamasında da ilk sıralarda olduğumuzu pek umursamayacağız. Dolar düşüyor, borsa yükseliyorsa mesele yok diyeceğiz. Üçüncü olarak da toplumla uyum sağlayacaksak eğer, hırsızlık yaptığı telefon konuşmalarında sabit olan bir ülkenin siyasilerini tekrar ve yeniden seçen, seçtiren bir halkı mazur göreceğiz, onu anlamaya çalışacağız. Sizce burada bir terslik yok mu? Yani bu tamamen zırdeli kurallara uyumu bir normalleşme olarak görebilir miyiz? Ya da buradan nasıl sakin bir siyaset, iktisadi ve toplum analizi yapabiliriz? Bu aklımızın hafızamızın algılamadığı bizi aşan başka bir siyaset, başka bir iktisat başka bir toplum deyip ya kenara çekilmek var, ya da daha aklımızı koruduğumuza göre yapılanların zır deli işi olduğunu ulaşabileceğimiz insanlara anlatmak ve mücadele etmek var. Üçüncüsü de hafif eleştirili uyum sağlamak var.

Şimdi türbanın orta öğretimde serbest bırakılmasıyla birlikte 1923 Cumhuriyeti tamamen yıkıldı. Demek ki bu üniversitelerde serbest bırakmak istemediğimiz türban meselesi çok da özgürlük mücadelesi değilmiş. Bir tür özgürlük adıyla yapılan İslamcı siyasetmiş. Peki, şimdi her şey yıkıldıktan sonra yerine ne kondu? Hiçbir şey. Çünkü ortada ne bir sistem var, ne bir görüş var fakat sadece bol bol paranoya var. Kim ki iktidarı eleştirir ya darbecidir, ya Gezicidir, ya teröristtir. Ama hükümet için binlerce kişinin kellesini kesip kurşuna dizen İŞİD terörist değildir. Bu tür yaklaşımlar siyasette otoriterleşmeyi, tek görüşlü, tek parti rejiminin alametlerini gösterir. Bugünün tek parti otoritarizminin Atatürk zamanı tek parti rejiminden en büyük farkı ise ikincisinin bir sistemi olmasıdır ve onu toplumda uygulatmak istemesidir. İlkinin ise yani bugünün tek parti rejiminin ise, keyfiyet unsuru üzerine kurulu kaotik, radikal İslam ile al takke ver külah olup ta hiçbir sisteme dayanmıyor olmasıdır. Kendi içinde tutarlı olup iki defa yıktığı Cumhuriyetin üzerine bir sistem kurabilmesi için tek yolu vardır: o da şeriata düzeni kurmaktır.

Yani diğer bir değişle sistemi Kemalistlerden, solculardan ve diğer Cumhuriyetçilerden temizleyerek iyi yönetişim modelleri çerçevesinde küresel ekonomilerle bütünleşmiş muhafazakâr bir demokratik yapıya oturtmayı hedef edinen eski Gülen cemaati, paralel devlet diye suçlanıp tasfiye olunca, AKP’li kadroların önünde siyasi tek seçenek kalmıştır: o da radikal İslam ve İslami faşizmdir. Orta öğretimde türbanın serbest kalması, İŞİD’e karşı ikircikli tavırlar ve pazarlıklar vs… faşizme doğru gidişatın sadece bu son haftadaki gelişmelerini içeriyor. Hükümet her seferinde biraz daha radikal İslam’a doğru adım atıyor. Çünkü kendi cenahında siyaset yapabileceği tek odak orası kaldı. İşte bu yüzden meclis dışı muhalif güçlerin içlerine kapanma lüksleri olmaması gerekir. Radikal İslam’a karşı Kürt, Türk tüm LAİK’ler ilkesel anlamda var olan otoritarizme karşı ortak mücadele edebilmelidir, edemiyorlarsa ortak durmalıdır. Belki bu ortaklaşmada ya da ortak durmada sol ve sosyalizm ikinci planda bile kalabilir fakat laiklik mücadelesi her şeyden önemlidir. Neden? Bir, özgürlüğün vazgeçilmez koşuludur. İki, ondan daha önemlisi eşitliğin alanıdır. İşte o alandır sosyalizmi kitlelere aktaracak olan. Orası kapandığı vakit o zaman içe dönük bir siyasetle yetinmek zorunda kalır sol. Amaç buysa o zaman başka tabii. Bu arada Ekmel-Ekmek fiyaskosundan sonra (sahiden şimdi nerede acaba kendisi?) Bekaroğlu’na geçen CHP’ye siyasi yaşamında başarılar dilemek dışında başka seçeneğimiz kalmamıştır. CHP ABD’den icazeti almış olsa bile kendisine gelecek sırayı daha çok bekler. Şu anlaşılmıştır ki CHP tekkeyi bekleyen çorbayı içer misali uslu uslu bekleyecektir. Tabii bu esnada çorbanın soğuyup bir bardak su niyetine içilme ihtimali de var.