Karışık okuma

“Dağınık Okuma” yazım şöyle başlıyordu. “İleri Kitap’a yazmaya başladıktan sonra okuma biçimimin değiştiğini söylemiştim. Sanki artık sadece canımın istediği gibi değil de, biraz da yazmak için okuyor gibiydim. Neyse, bu hafta özgürlüğümü ilan edip, eskisi gibi dağınık okudum”.1 Yaptığım, tek bir başlıkta okumak yerine, bir süredir aynı konuda yeni bir şeyler bulurum belki diye beklettiğim kitapları artık umudu kesip okumak. İyi de oldu; neredeyse günde bir kitap ritminde keyifli bir on beş gün geçirdim. Bu kez “karışık okuma” dedim; artık arada bir benzer başlıklarla yazmayı sürdüreceğim, başlıklar tükenene dek.

Kimi arkadaşlarım yazdığım kitap fiyatlarının yüksek olduğunu düşünüyor. Piyasada bulunabilen kitapların etiket fiyatlarını yazıyorum. Bunları daha ucuza bulmak olası. Etiket fiyatları büyük kentlerin kısa caddelerindeki veya AVM’lerdeki kitapçılar için geçerli sadece; özellikle internet üzerinden alışverişlerde ortalama yüzde kırk indirimli alınabilir. Sahaf fiyatlarında ise uçurum denilebilecek ölçüde büyük farklılıklar var. Sahaf kitabı bilen, tanıyan kişi demektir, buna kitabın değeri de dâhildir ama ne yazık ki satıcıların çoğu gerçek anlamıyla sahaf değil, eski kitap satıcısı olduğu için fiyatı da belirleyemiyorlar. Bugün yazdığım kitaplara bakın aynı yıpranmışlık derecesinde olmasına karşın 19 kata ulaşan farklılıklar göreceksiniz.

***

Dezso Kosztolanyi’nin “Gecekuşu Kornelius” romanını okuduğumda kendisini daha önce tanımadığıma gerçekten üzüldüm. Sonra baktım ki zaten Türkçeye tek çevrilen kitabı da bu. Kitabı elinize ilk aldığınızda sıradan bir roman olmadığını hemen anlıyorsunuz. Orta Avrupa romanlarındaki hafif alaycı tavır, arada sırada gerçeküstü durumlardan (öğeler değil) yararlanma Kosztolanyi’de de var ama cümlelerin ritmi, metnin temposu hemen hiç düşmüyor. Yazarın roman boyunca ilginç saptamaları var. Örnek mi: “Yaşlılar kısa zamanda ölecekleri için saygıyı hiç hak etmezler”, veya “Bir evliliğe aşkı götüren kişi, evin huzuruna göz kulak olsun diye leopar yetiştiren kişiden daha akıllıca davranmış sayılmaz. Pek eve göre değildir aşk”.

Ben toplantılarda hep uyurum. Üniversite yıllarımdan beri ders, seminer, konferans… hiç fark etmez; en fazla on beş dakika dinleyebiliyorum. Sonra göz kapaklarım ağırlaşır, tüm kaslarım gevşer ve uyumaya başlarım. Nedense her seferinde rüya da görürüm. Yıllar içerisinde bu işi ilerlettim, oturumları yönetirken de uyumaya başladım. Ancak ister yönetici olayım, ister dinleyici, konuşmacı son cümlelerini söylerken uyanırım. Kosztolanyi de böyle bir kişiyi anlatıyor ve anlattıkları çok gerçek; sanırım kendisi de uyuyor toplantılarda. Goethe’nin dediği gibi, metinlerde bulduğumuz yakınlıklar bizim için önemlidir. Bu yakınlıklar metni sevmemizi sağlar. Belki de bu yüzden kitaba bayıldım.

Çok uzattım ama bahsetmeden geçemeyeceğim bir nokta daha var. Kitapta kleptoman bir çevirmenden söz ediliyor. Adamın hastalığı öyle boyutlardaki çevirdiği kitaplarda da çalmaya devam ediyor. Örneğin, iki bavul varsa, bunu bir bavul olarak çeviriyor; üç odalı bir evi iki odalı olarak çeviriyor. Anlatacak çok şey var ama diğer kitaplara yer kalmayacak. Burada kesiyorum, Kitabi okuyun, seveceksiniz.

Gecekuşu Kornelius. Dezso Kosztolanyi, Pinhan Yay. 2012. Etiket fiyatı 12.00 TL

***

Işıl Özgentürk “Sessizlik ve Sırdır Ötesi” kitabında kimi öykü ve şiirlerini bir araya getirmiş. Bu açıdan alışılmadık bir tür ama bazı şiirleri öykü gibi zaten. Örneğin “Üç Kadın” veya “Parasız Yatılı Sevinci” şiirlerini, alt alta değil de yan yana yazsanız öykü gibi algılanacağından kuşkum yok. Denedim de zaten. İster öykü, ister şiir, bunun bir kadın kitabı olduğu söylenebilir. Kitap da az konuşan, soru soran ama sorularını başkalarına değil de kendilerine soran kadınlar var. Mutluluk olanaksızdır onlar için çünkü kilit sorunları aidiyet (bu sözcüğün tam olarak Türkçe karşılığı bulunabilir mi?); daha doğrusu bulundukları yere ait olmama duygusu. Peki, ait oldukları bir yer var mı? İşte bu durumda kitabın temel izleği olan masumiyetin sorgulanması gerekiyor. Bunlar tartışılabilir ve kitaptan geriye kalan sorular.

Özgentürk yine Türkçeyi çok etkili kullanıyor. Tek bir örnek: “Babam öldü. Beni en çok seven biri yok artık”. Burada anahtar sözcük “biri”; “kişi” deseydi de derdini anlatabilirdi ama biri anlamın boyutunu çok değiştiriyor.

Sessizlik ve Sırdır Ötesi. Işıl Özgentürk, Aya Yay. 3.baskı, 2013. Etiket fiyatı 13.00 TL

***

Ahmet Dinç’in ikinci kitabı “Sevgi Mayası Sandığı”'nda sadece şiirleri değil anlatıları da var. Dinç’in şiirleri bende nedense sanki çok eskiden yazılmış da, yeni ortaya çıkmış izlenimi yaratıyor. Bunu olumlu anlamda kullanıyorum. Akılda kalan dizeleri var: “Sufinin yüreğinde sır olmak” gibi. Ancak yine de şiirlerin biraz rafine edilmesi gerekiyor. Duyarlı bir kişi olduğu kesin ama dizeler ancak üzerinde çok emek verildikten sonra şiir kıvamına ulaşır. Sevdiğim bir dörtlüğü ile bitireyim: Hoş geldin gelmesine de/ Nasıl çıkar bilmem ki?/ Üzerine sinen, o ağır/ Gitmelerin kokusu.

Sevgi Mayası Sandığı. Ahmet Dinç, KitapAna Yay., 2017, Etiket fiyatı 15.00 TL
 
***

Doğan Hızlan için Türkiye’nin en önemli sanat eleştirmeni denilebilir. Ödüllerin birçoğunda seçici kurul üyesidir. Bu yüzden sevmeyeni çoktur çünkü her yarışmada ödül alamayanların sayısı daha fazla olur. Güçlüdür, gerek devletin gerekse sivil kuruluşların danışma kurullarında yer alır. Ülkenin kültür politikasında etkisi olduğu kuşkusuzdur. 

“Ne Kadar Mozart O Kadar Süt” kitabında daha önce yayınladığı edebiyat ağırlıklı sanat yazılarını bir araya getirmiş. Aslında bunlara deneme demek daha doğru olur; üzerinden yıllar geçmesine karşın keyifle okunabiliyor. Gazete yazılarının kitap haline getirilmesinde, güncelliğini yitirmek dışında bir diğer sorun da kaçınılmaz tekrarlardır. Hızlan’ın kitabında bu sorun da aşılmış, saydım sadece üç tekrar var ve bunlar da rahatsız etmiyor insanı. 

Kitapta ilginç anımsatmalar var kimisini unuttuğumuz: 1950’li yıllarda yazarların edebiyat matineleri yapıp, eserlerinden parçalar okumaları,1990’lı yıllarda Kültür Bakanlığı’nın şiirlere klipler çekmesi, Edebiyatçılar Derneği’nin 1996’da Bülent Ecevit’i şairlikten azletmesi, San Jordi gününde Barcelona’da kadınların sevgililerine kitap armağan etmesi gibi. Sanıldığının aksine Hızlan’ın sınıfsal saptamaları da var. Aynı dönemde toplatılan iki kitaptan birisi için basın tepki gösterirken cezaevinde olan diğerinin göz ardı edilmesi üzerine, “iki yazar arasındaki coğrafi mesafe o kadar uzun değildi ama sınıfsal mesafe çok çok uzundu” demesi gibi.

Hızlan’ın mason olduğu, gücünün oradan geldiği söylenir. Bunu bilmem ama bazı yerleri hak ettiği de bir gerçek.

Ne Kadar Mozart O Kadar Süt. Doğan Hızlan. Milliyet Yay., Sahaflarda 4.50- 18.00 TL arası.
 
***

Mason demişken, yine mason olduğu söylenen Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Selman Ada’nın “Mavi Nokta” isimli poetikoperasının kitapçığını da bu arada okudum. Masonlar üzerine bayağı bir okuma yaptım, belki ileride bu konuyu da yazarım. Okuduklarım sadece haklarında yazılanlar değil, kendi iç dağıtım kitaplarını da okudum. Anlayamadığım nokta, nasıl insanların sadece ve sadece kendi önlerini açabilmek için örgütlendikleri. Elbette her örgüt içerisinde kendi çıkarları için orada bulunanlar çıkar ama bunlar istisnadır. Masonlarda ise tersi istisna. Hızlan gibi, Ada gibi yetenekli ve duyarlı insanların bu tip örgütlere neden katıldığını asla anlayamayacağım.

Neyse, Selman Ada’nın Türkiye’nin en önemli ve yetenekli müzik insanlarından biri olduğu tartışılmaz. Carl Sagan’ın 1990 yılında Voyager 1’in yolladığı son resimlerden birinde dünyayı soluk mavi nokta olarak tanımlaması üzerine Tarık Günersel’in librettosu ile bestelediği opera. Hem izlenip, hem dinlenip hem de okunmalı.

Mavi Nokta. Selman Ada. İZDOD Yay.2015. İZDOD’da 5.00 TL
 
***

Uğur Dündar ve Haluk Şahin’in kitabı “Haramzade”'de Bezmen’lerin yurtdışına tarih eser kaçırma gayretlerini ve Dündar’ın ekibi ile bunu engellemesinin öyküsü anlatılıyor. Kitabı okurken aklıma Ayşegül Nadir (yoksa o sıralar soyadı Tecimer miydi?) geldi. Televizyon görüntüleri hala aklımda Ayşegül Nadir’in evi basılmış ve çok sayıda tarihi eser ele geçirilmişti.  Nadir, polis şefine “benimle uğraşacağınıza ülkeyi soyanlarla uğraşın” demişti. Yüz ifadesini hatırlıyorum, numara yapmıyordu, doğru söylediğine emindi. Polis şefi “hanımefendi, siz de ülkeyi soyanlardansınız” dediğinde polisin yüzüne hayretle bakmıştı. Suçlu olduğunu düşünmüyordu, suçlu olanlar diğer kaçakçılardı. Sanırım Bezmenlerin de ruh hali böyleydi. Cengiz İnşaatın sahipleri gibi “milletin a…… koyacağız” diyebilen kişi sayısı çok olmaz; en azından eskiden böyleydi.

Burada temel soru, Sermaye sınıfı Bezmen’i neden çizdi, olmalı bence. Aralarında sınıf dayanışması var mı, varsa hangi koşullarda içlerinden birini feda ederler, bilmiyorum. Ancak kitaptan Bezmen’in daha önce 44 parça antikayı Sabancı’ya sattığı,  kaçak malların yurtdışına Arkas gemileriyle taşınmak istendiğini öğreniyoruz. Sınıf ilişkileri karışık vesselam. Birileri de bunları yazsa da, öğrensek. Bezmenlerin yaptığı iş günümüzde küçük kalıyor ama burada nicelik değil nitelik önemli.

Haramzade. Uğur Dündar, Halûk Şahin. AD Yay., 1995. Sahaflarda 1.00-19.00 TL arası
 
***

Eskişehir Sanayi Odası Başkanı Mümtaz Zeytinoğlu’nun ölümünden sonra dostu Tahsin Yücel’in Zeytinoğlu’nun notlarını ve gazete yazılarını toplayıp, düzenleyip kitap haline getirmesiyle oluşmuş “Ulusal Sanayi”. Kitapta ulusal bir politika izlenmesiyle ülkenin kalkınabileceği anlatılıyor. Yazar ekonominin kötüye gitmesinin nedeni olarak Türkiye’yi yönetenlerin kafasındaki Türkiye imajının yanlış olması olduğunu düşünüyor. Zeytinoğlu’nun samimiyetinden kuşkum yok ama sanırım insan sınıfın içerisinde olunca sınıfın yaptıklarını göremiyor; yakın arkadaşlarının, aile dostlarının yoksulluğun nedeni olduğunu görebilmek kolay değil. Tıpkı Bezmen veya Ayşegül Nadir örneğindeki gibi. Sonuçta, çevre kaygılarının kalkınana kadar göz ardı edilebileceği (s. 22); sendikaların ücret artışı talebini bir süre erteleyebileceği  (S.63) noktasına gelinir. “Başı K’lı ve sonu SA’lı sanayicilerin birikimini ülkenin kalkınması için yönlendirilebileceği” düşüncesi sadece hayaldir, çünkü sermayenin vatanı yoktur.

Ulusal Sanayi. Mümtaz Zeytinoğlu. Çağdaş Yay., 1981. Sahaflarda 1.50-18.00 TL arası.
 
***

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “öğüt” kitaplarından birisi “Sahtecilik”. Bunu okuyup da hileden vazgeçen olur mu bilmiyorum. Ancak bunları yazıp da “takiyye”den bahsetmemeyi yadırgadım!

Sahtecilik. Bahattin Akbaş. Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 2008. Satılmıyor, sahaflarda 1.00-6.00 TL arası
 
***

Âdetim olduğu üzere biraz da akademi üzerine kitaplardan söz edeceğim. İlk kitap “Üniversite Kapısı” İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kapısı metaforu etrafında üniversitenin birçok sorununa değiniyor. En önemli noktası, laiklik, özgür düşünce ve etik kavramların, üniversitenin temel kavramı olan bilimsellik için zorunlu olduğunu vurgulaması.

Üniversite Kapısı. Rıza Gerçek. Ulak Yay., 2017. Etiket fiyatı 17.00 TL
 
***

Marmara Üniversitesi öğretim elemanlarının hazırladığı “Üniversitelerde Strateji Geliştirme Sürecinde Uygulamalı Durum Analizleri” kitabı benim düşüncelerime çok uygun değil. Kitap içerisinde çokça vurgulandığı gibi stratejik plan rekabet için var. Rekabet de girişimcilik için. Bilim için rekabet değil işbirliği planları yapmak gerek. Kitapta övülen Marmara Üniversitesi’ndeki tasfiyeler acaba stratejinin neresine denk geliyor diye merak ediyor insan.

Üniversitelerde Strateji Geliştirme Sürecinde Uygulamalı Durum Analizleri. Editörler, Refika Bakoğlu, Müge Leyla Yıldız. Beta Yay., 2017. Etiket fiyatı 16.00 TL
 
*** 

Akademiyi bilenler lisans tezlerinin bir önemi olmadığını, aslında bunların tezden çok ev ödevine yakın olduğunu bilirler. Burada esas amaç tez nasıl hazırlanır onu öğretmektir.

Bu açıdan bakıldığında Beldan Kabalak’ın “Bir Lisans Tezi Nasıl Reddedildi?” kitabında anlattığı hukuk mücadelesi bana ilginç ve takdire değer geldi. Tezi okuduğumda hocaların eleştirilerinin doğru olduğunu düşündüm ama bir ödev nasıl dört yıl sürecek bir yargı konusu haline geldi anlayamadım.

Olayın kendisi kadar tezde anlatılanlar da ilgimi çekti. Tez şimdi artık tarih olmuş olan radyo tiyatroları üzerine. Televizyonun olmadığı, tiyatroların sadece büyük şehirlerde izlenebildiği bir dönemde radyo tiyatrolarının çok önemli bir işlevi vardı. En azından ben çok severdim. Bir eserin radyoya uyarlamasındaki zorlukları düşünün: konuşmalar doğal işlevleri dışında hareketi, dekoru, kostümü de yansıtırdı. Yani dil hem özü hem de biçimi yansıtmak zorundadır ki, sanırım bu dilin en üst düzeyde kullanımıdır. TRT bu işin altından başarıyla kalkardı. 1965-70 yılları arasında 200 radyo tiyatrosu oyununun “mikrofonda tiyatro” adı altında kotarıldığını da bu kitaptan öğrendim.

Bir Lisans Tezi Nasıl Reddedildi?Beldan Kabalak. Kendi yayını, 1975. Sahaflarda 6.00-35.00 TL arası
 
***

“Hacettepe Üniversitesi’nce Prof. Nejat Aybers’e Nükleer Enerji Alanında Onursal Doktora Payesi Verilmesi Töreni Konuşmaları” kitapçığında umduğumun aksine neden bu unvanın verildiği değil de Aybers’in nükleer enerjinin gerekliliği konusunda yaptığı konuşma yer alıyor. Evet, nükleer enerji üretimibilimsel bir ilerleme ve insanlık yararına kullanılmalı. Ancak iki koşulu var bence öncelikle güvenlik sorunu tam olarak çözülene denk rutin uygulamada değil de, bilimsel araştırma alanı içerisinde kalmalı. İkincisi ise kapitalizm koşullarında insanlık için değil, hegemonya için kullanılacağının bilinmesi. Kısacası, bilim iyidir, sınıflar üstüdür; bilime sınıfsal yapısını veren, onu kullananların sınıfıdır.

Hacettepe Üniversitesi’nce Prof. Nejat Aybers’e Nükleer Enerji Alanında Onursal Doktora Payesi Verilmesi Töreni Konuşmaları. Hacettepe Üniversitesi Yay., Bulması güç, paylaşabilirim.
 
***

Milliyet gazetesi 1970’li yıların ilk yarısında her gün bir dergi eki verirdi. Ben bunları çok severdim. Yaklaşık bir yıl sonra bu uygulamaya son verildi ama Milliyet Sanat Dergisi ayrı olarak satılmaya başlandı ve hala yayın hayatında. Yeni Şafak gazetesi de benzer uygulamayı 1990’lı yıllarda haftada üç gün dergi, dört gün kitap şeklinde tekrar etmiş. Diğer kitapları bilmiyorum ama Aykut Kazancıgil’in “Türkiye’de Bilim ve Teknoloji (1789-1922)” kitabı, gazete eki olamayacak ölçüde değerli bir yapıt. Fransız Devrimi’nin Osmanlı üzerine etkilerinden, Cumhuriyet Devrimi’ne kadar olan süreyi temel alarak, olaylar değil de, basılı kitaplar üzerinden ele alıyor ve hiç ara başlık kullanmaksızın 109 sayfa anlatıyor. Soluksuz bir anlatım da denilebilir. Önemli bir kitap, konuya ilgi duyan herkesin el altında bulundurması gerekir.

Türkiye’de Bilim ve Teknoloji (1789-1922). Aykut Kazancıgil. Yeni Şafak Yay., 1995. Sahaflarda 4.00-10.00 TL arası