Kardeşlik söyleminin ötesi ve çizilen sınırlar

Son dönemde “göçmen sorunu” çeşitli boyutlarıyla tartışılıyor…

Sosyal medyadaki kimi örneklere göre konu insani bir boyutta ele alınmalıdır. İşin içinde empati olmalıdır, ötekiyi anlamak, vicdan ve insani yükümlülük önemlidir, nihayetinde herkes bir gün göçmen olabilir. Gerekçeleri pek de açık olmayan bu etik yükümlülük reflekslerinin çözüme ne kadar katkı sunduğu tartışmalıdır. Aynı şekilde konuyu dönüp dolaşıp soyut bir kardeşlik söylemiyle ele almanın da yararı oldukça sınırlıdır.

Zira gümbür gümbür maddi dinamiklerle iç içe geçen bir olguyu, bu çerçeveyi kendine malzeme yapan “hınç siyasetini” ve ırkçılığı, söylemlerin bulutsu malzemeleriyle kuşatabilmek mümkün değildir.

O halde önce kuramsal sınırları çizmek gerekiyor.

Aralarındaki kavramsal ayrımlar bir yana, göçmenler, mülteciler ya da sığınmacılar denildiğinde karşımızdaki büsbütün yeni bir olgu değildir. Bildiğimiz biçimiyle göç, sömürgecilikten günümüze kapitalizmle bütünleşmiş, hatta ona içsel hale gelmiş bir olgudur.

Günümüzde “yeni olan”  neoliberal yağma ve mülksüzleştirme politikalarının tüm dünyada “yedek işçi ordusunu” görülmemiş bir hızla artırmasıyla ilgilidir. Yeni olan “yığınsal olarak mülksüzleştirilenlerin” niceliğindeki muazzam artıştır. Yani henüz işçi olmayan işçilerin büyük niceliklerle dünya sahnesinde belirmesidir.   

Ferguson’un aktardığına göre gezegenimizde en az yarım milyar kişi işçi dövizleriyle yaşıyor. (1) Federici’nin verilerine göre göçmenlerin ailelerine gönderdikleri paralar, uluslararası temel para akışı içinde petrol şirketlerinin gelirinden hemen sonra geliyor.(2)

Küresel bir ölçekten bakıldığında bu sayıların anlattığı şey, sermaye sınıfının dünya nüfusunun bir bölümünü yurtsuzluğa zorlayarak, devletlerini “yurttaşlık hakları” yükünden kurtarmasıdır.

Dünya nüfusunun bir bölümünün “özgür emekçi” olması yurttaşlıktan feragat etmesine bağlı kılınmıştır. Göçmenler canlarını kurtarsalar bile artık “ölü yurttaş” olarak yaşamaya mecburdur.

Pek çok örnekte göçmen olmak, fiilen kölelik koşullarını ve türlü kuralsızlıkları kabul etmek demektir. Çalışma izninin “işyerine bağlı” olması gibi uygulamalar emek süreçlerini her türlü istismara ve vahşete açık hale getirmektedir.

Daha kötüsü, reel sosyalizmlerin çözülüşleri ve emperyalist savaş politikaları bu tabloya belirgin hatlarıyla rengini vermiştir. Nitekim Türkiye’de göçmen sorunu Suriye savaşından önce eski sosyalist ülkelerden göçen, çoğunlukla bakım emeği tedarikçisi kadınlarla anılmaktaydı.

Kaba hatlarıyla bu ifade edilenler iki sınır çizgisine işaret etmektedir. Birincisi belli ki sınıftır. İkincisi daha az gündeme gelmekle birlikte “toplumsal cinsiyettir”. Bu çizgileri hatırlatmak önemlidir.

Zira egemenler de sınırları buralara çiziyor.

Zira Ankara’da mobilya atölyesinde yanarak can veren 5 Suriyeli işçi, Türkiye’nin tüm emekçilerine çizilen çizgiyi, nasıl da kolayca “kullanılıp atılabilir hayatlar” haline dönüştürüldüklerini göstermektedir.

Ücret gaspıyla karşılaşan bir Afgan mülteci, hakkını arayamadığında, artık tüm emekçiler hukuksuzluğa yeltenen patronlarla karşı karşıya gelecektir.

Bir yerde köle gibi satılan mülteci kadınlar, kuma olarak “alınanlar” varsa tüm kadınların yaşamına çekilen sınır çizgisi bu olacaktır.

Mülteci kadınlar tecavüze uğrama korkusuyla, göç öncesi “üç aylık iğne” oluyorsa, cinsel şiddet tüm kadınların yaşamına çöreklenecektir.(3)

Örnekler çoğaltılabilir.

Sosyalistlerin bakacağı yer burasıdır. Hak hukuk mücadelesinden sosyal politika taleplerine uzanacak, somut, elle tutulur politikaların oluşturulması vicdani ya da insani bir duruştan çok daha yararlı olacaktır. Irkçılık karşıtı söz üretmek, kardeşlik diyebilmek ancak somut politik talepler ile mümkündür.

Tüm bunlar kuşkusuz AKP rejimine ve rejime destek sunanlara karşı ertelenemez mücadele başlıklarıdır. Ama onun da ötesinde konu, bu ülkede yaşayan tüm emekçilerin ve kadınların kader birliğini yaratmakta düğümlenmektedir.


KAYNAKÇA

1-2000’lerde ABD işgücündeki artışın yarısını göçmenler oluşturuyor. BM Nüfus Fonu, göç olmadığı takdirde Avrupa nüfusunun 2050 yılına kadar 125 milyon küçüleceğini tahmin ediyor. Benzer bir muamma Japonya için de geçerli.

Susan Ferguson, David McNally, “Güvencesiz Göçmenler: Cinsiyet, Irk ve Küresel İşçi Sınıfının Yeniden Üretimi”, Sınıflar Dönüşürken, Yordam Kitap (2015); s.13

2-https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/598820

3- https://kisadalga.net/haber/detay/multeci-kadinlar-ve-goc-yolu-oncesi-uc-aylik-igne%E2%80%9D_8048