Kararsız denge ve solda katılaşma

Türkiyeye dair tartışmalarda mutlaka dile getirilen hususlardan biri, ülke nüfusundaki sağ ve sol dağılımıdır. Genellikle seçim sonuçlarından hareketle varılan yaklaşık sonuç ise, %60 civarı bir sağ nüfus ile %40 civarı bir sol nüfusun olduğudur. Rakamlar hakkında spekülasyon yapmayı ve tekil bireylerin toplamından oluşan bir parametre olarak nüfusun gösterge değerinin düşüklüğünü bir kenara bırakıp siyasetin üzerine inşa edildiği eklemlenme tarzlarına bakarsak, Türkiyede siyaset alanına egemen olan eklemlenmenin ağırlıkla sağcı olduğunu söylemek garip kaçmaz.

Türkiyede sağ siyasal eklemlenme ve bunun simgelediği değerler gerçekten de daha baskındır. Faşizm, şovenizm, milliyetçilik, devletçilik, lider kültünden tutun da şeriatçılık, dincilik, muhafazakarlık, batı düşmanlığı, modernite karşıtlığına kadar çok geniş bir alana yayılan motifler, baskın olduğunu ileri sürdüğümüz bu sağ siyasal eklemlenmenin parçalarıdır.

Kuşkusuz, Türkiye bundan ibaret değildir. Bunun karşısında bir sol değerler toplamı da vardır ve etkisizliğine (etkisizlik mi demeli?) kıyasla şaşırtıcı derecede yaygındır. Bu toplamda da adalet, kamuculuk, özgürlük, bağımsızlık, çağdaşlık, laiklik, yurtseverlik, dayanışma, kardeşlik gibi değerler öne çıkmaktadır. Türkiyenin yüz yılı aşkın modernleşme süreciyle de alakalı bu değerler, sanılandan çok daha derine kök salmıştır ve bugün de milyonlarca yurttaşın arzusunu ifade etmektedir.

Buna rağmen, sol değil, sağ siyasal eklemlenmenin baskın olduğunu söylüyoruz. Üstelik bu baskınlığın nedeni daha kalabalık bir nüfus kesiti tarafından savunulması da değil. Baskınlığın nedeni, tamı tamına sol değerlerin oluşturduğu topluluğun kararlı bir merkez etrafında eklemlenmemesidir. Yani sağın yakaladığı siyasal eklemlenmeye muadil bir sol siyasal eklemlenmenin oluşturulamamasıdır.

Saydığımız sağ yönelimli motifler, parti dağılımından da bağımsız olarak, günümüzde AKP ve Erdoğanda cisimleşen bir iktidar tarafından çekilip çevrilmekte, aralarındaki tüm farklılıklara rağmen kararlı bir dengeye kavuşmaktadır.

Oysa sol yönelimli değerler açısından aynı şeyi söylemek mümkün görünmemektedir. Türkiye topraklarındaki kökü ve yaygınlığı ne olursa olsun, özellikle son 40 yılda bu motifleri kendi etrafında toparlayacak, ona kararlılık ve tutunum kazandıracak bir sol odak inşa edilememiştir. Mevcut sol odaklar ise, böylesi bir merkezi kuracak çalışma tarzından ve olgunluktan uzaktır.

Hal böyle olunca, belirli bir manyetik gücün etrafında toplanan sağ katılaşmakta, ancak sol farklı yörüngelerde ve gevşek bir dizilimle hareket etmektedir.

***

Peki solun katılaşması nasıl sağlanacak? Köklü ve yaygın olduğunu söylediğimiz sol değerleri kararlı bir merkez haline getirecek siyasal yatak nedir?

Türkiye solunun iki ana eksende arayış içinde olduğu söylenebilir. Bunlardan ilkini, bir tür anti-emperyalizm ekseni; ikincisini ise, demokrasi ekseni olarak tanımlayabiliriz.

Anti-emperyalizm ekseni, esas olarak, Türkiyedeki ve bölgedeki tüm gelişmeleri emperyalist sistemin müdahaleleri ve buna karşı geliştirilecek stratejiler çerçevesinde kavrar. Dış etken olarak emperyalizmin müdahaleleri ve ajandası o denli mutlaktır ki, buna karşı geliştirilecek mücadele stratejisi diğer tüm başlıkların statüsünü tayin eder. Son yıllarda sınır ötesi operasyonlar ve bölgesel gerilimler vesilesiyle gördüğümüz iktidar destekçiliği, sadece solun bazı kesimlerinin düşkünlüğü olarak görülemez. Zira ortada bu düşkünlerin ötesine geçen bir akıl yürütme tarzı vardır ve tam da bahsettiğimiz bu bakış açısından beslenmektedir.

Demokrasi ekseni ise, esas olarak, ülkedeki Kürt sorununun çözümü ve Kürt halkının eşit yurttaşlık haklarının tanınması çerçevesinden hareket eder. Türkiyenin diğer tüm sorunlarının çözümünün Kürt sorunundaki çözüme bağlı olduğunu vurgular; haliyle, Kürt sorununu diğerleri karşısında önceliklendirir. Ancak, Kürt sorununun Türkiye sınırlarını aşan bir soruna dönüşmesi ve uluslararası aktörlerin gündeminde özel bir denge unsuru olarak da yer etmesi, demokrasi eksenindeki bir mücadelenin lobi faaliyetleri karşısında korunmasızlaşmasına ve giderek araçsallaşmasına yol açmaktadır.

Bu noktada bir uyarıya ihtiyaç duyuyoruz. Söylediğimiz, solun anti-emperyalizmi veya demokrasi mücadelesini bir kenara bırakması değil elbette. Bunlar, solun kapsadığı değerlerin en önemlilerindendir ve bir kenara bırakmak şöyle dursun, bu kavramlarla yürütülecek mücadelenin de gerçek sahibi soldur. Ancak, Türkiyede sol bir siyasal eklemlenmeyi yaratacak, sol değerleri kararlı bir merkez etrafında derleyip katılaştıracak ecza burada bulunmamaktadır.

Bir başka ifadeyle söylersek; anti-emperyalizm veya demokrasi temelli bir siyasal kulvar, solun ülkenin geleceğini belirleyecek kitlesel güce kavuşmasını sağlayacak yataklar değildir. Anti-emperyalizm ve demokrasi, kendi yatağını bulmuş bir solun avadanlığında çok işlevli ve sonuç alıcı başlıklardır; ancak kendi başlarına sola kitlesellik ve güç kazandıracak maymuncuk değillerdir.

O halde, solun kendi yatağı nerededir?

Bu yatak, geçmiş örneklerin de işaret ettiği gibi, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerin siyaset sahnesine dönmesinden başka bir şey değildir.

Sol, çok uzun yıllardır kaybetmiş olduğu sınıf bağını yeniden kazanmadıkça, siyasette ve toplumsal ilişkiler alanında işçi ve emekçi kesimlerin temsilciliğini sağlamadıkça, uluslararası ilişkilerden kültüre kadar uzanan geniş bir uzamda halkçı bir üslubu yeniden üretip yaygınlaştırmadıkça kitleselleşecek yatağı bulamayacaktır.

Kuşkusuz işçi sınıfının temsil edilmesinin ekonomik taleplerden ötesini gerektirdiği, işçi ve emekçilerin geçim sorunlarının ancak rejim sorunuyla rabıtalandırıldığı takdirde siyasal bir hareket niteliği kazanacağı açıktır. Zira solun ayırt edici yanı, işçiyi yoksul” veya fukara” olarak temsil eden bir romantizm değil, onu toplumsal kurtuluşun öncüsü ve öznesi olarak temsil eden bir siyasallıktır.

Ülkenin özgürlük, laiklik, cumhuriyet, adalet gibi sorunlarının işçi sınıfının ve emekçilerin tasası ve kavgası ile buluşturulmasında da halkçı bir üslubun ve tarzın sunduğu imkanlar giderek açığa çıkmaktadır.