Kaosa koşan toplum

Türkiye toplumu tüm hızıyla kaosa doğru koşarken, buradan çıkış için dayanışmanın birlikte mücadelenin aklın ve cesaretin öneminin elzem olduğunu hatırlatırız.

Geçen hafta iki büyük toplumsal olayın yıl dönümüydü. Belki de toplumsal olarak hesaplaşamadığımız, sorumluları ortaya çıkaramadığımız için bu günler daha önemli bir hale geliyor.

2 Temmuz’da Madımak Anması vardı. 2’si otel görevlisi 35 insanımızın katledildiği Sivas Katliamı'na ilişkin, geçen 29 yılda çok şey paylaşılmış olmasına rağmen  temel sorular halâ aynı ve ortada. Askeri birlikleri göstericileri dağıtmasına kim izin vermedi? Olaydan birkaç gün önce Sivas’a gelen sporcular ya da “özel birlikler” kimlerdi? Ankara, hangi noktalarda zafiyet içindeydi? Erdal İnönü’ye “merak etmeyin her şeyi kontrol altına alıyoruz” diyen kimdi, almayan kimdi?  Hep söylenir “derin devlet işi” diye de peki kimdi bu derin devletin o zaman ki cismi. Tansu Çiller’in derinlik bir tarafını kimse göremedi bunca yıldır. Onun dışında kimler vardı? İsmi cismi yok muydu gerekli emirleri vermeyenlerin?  İşler o noktada tıkanır.

Bu katliamdan 3 gün sonra meydana gelen Başbağlar katliamı ise daha büyük muammaları içinde taşır. Bir köy halkı tamamen öldürülür, olayı PKK’nin bir kolu üstlenir. İlk açıklama da “Sivas’ın intikamını aldık” denir.  Ancak Sivas’ta öldürülenler Kürt değildir.  Üstelik hiçbir şeyden haberi olmayan yoksul köylüleri öldürerek ne gibi bir intikam alınabilir? Peki böyle bir olay sonrası devlet tüm gücünü kullanarak (eğer yaptıysa) o PKK birliğini Erzincan-Dersim hattında bulamaz mıydı? Ne de olsa sınıra uzak bir bölgeden söz ediyoruz. Zaten Başbağlar’ın sonraki dava süreci de hiçbir soruya cevap verecek nitelikte değildir.(PKK bu katliamı sonra üstlenmez) Demokrat kamuoyu, Alevi kuruluşları  ve örgütleri olabildiğince Sivas Katliamı davasına sahip çıkmaya çalıştı. Başbağlar ise tarihin gayya kuyusunun diplerinde unutuldu.

1993 yılı Türkiye’nin en karanlık ve belki kırılma noktalarından biriydi. Aslında kırılma, dönemin tanınmış gazetecisi Uğur Mumcu’ya 24 Ocak’ta yapılan suikastle başlamıştı. Ardından dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı düşmüş, kendisi ve yanındakiler ölmüştü. Eşref Bitlis olayına bugün herkes “suikast” diyor, kimse kaza demiyor. Ancak o dönemde bu olaylar aydınlatılamadı ve bugünlere gelen bir hat çizildi. O günlerde iş başında olan Mehmet Ağarlar, Alaattin Çakıcılar, Sedat Pekerler değişik şekillerde bugün yine aktifler. Üstelik yanlarına çok tanımadığımız onlarca yeni aktör eklendi.(SADAT adlı karanlık paramiliter kuruluş onlardan biri) Ama bu cezasızlık, bu meraksızlık toplumu içten içe çürüttü.

AKP iktidarının özellikle Gezi Direnişi'nden itibaren kademe kademe artan hukuk dışına çıkışını yaşadık. Gezi Direnişi sırasında kolluk kuvvetleri tarafından 8 kişi öldürüldü. Faillerine etkin soruşturma yapılmadı, yeterli ceza verilmedi. 7 Haziran seçimleri sonrasında Suruç ve Ankara Gar katliamıyla içine itildiğimiz şiddet sarmalı 2016 yılı boyunca devam etti.(Türkiye tarihini en büyük bombalı saldırısı  olan  Gar katliamının da üstü örtüldü) 15 Temmuz darbe girişimi ile doruğa ulaştı. 2 yıllık OHAL rejimi süresinde ortada hukuk devleti diye bir şey kalmadı.(öncesi de şüpheliydi). Üstüne gelen Anayasa değişiklikleriyle tek adam rejimi, sistemin iyice boğulmasına yol açtı. Artık hiçbir yerde liyakatiyle yükselerek gelmiş insanlar göremiyoruz. İktidara yakın failler ise sadece siyasi olaylarda değil normal suçlarda bile korunuyor. Rabia Naz, Nadira Kadirova ya da Büyüknohutçular dosyalarını burada sık sık hatırlatıyoruz.

Hiçbir şiddet içermese de iktidara karşı yapılan en ufak bir yürüyüş ya da kitleleri etkileyecek sözler ise kriminalize edilmeye çalışılıyor.

İşte iktidarın kurduğu bu yeni düzen, toplumu tam bir kaosa sürüklüyor. Geçmişte şiddetle hesaplaşmamış toplum, bugün şiddeti kanıksamış durumda. İktidarın bilinçli politikalarıyla da kadınlara, ötekilere, azınlıklara, güçsüzlere şiddet uygulanması geniş kitlelerce yadırganmıyor. Hesap sorulmadığı, toplumsal dışlama ve ceza olmadığı, sosyal yapı giderek daha çok bozulduğu için şiddet kendini yeniden üretiyor.

Gerçek nedenleri göremeyecek şekilde bilinci kör edilmiş birey, başına gelen bir olayın sorumlusu olarak o an karşısındaki özneyi görüyor ve sistemin tüm suçunu o özneye yüklüyor.

Bugün artık toplum tarafından “okumuş” kesim olarak tabir edilen avukatlar ve doktorlar da bu şekilde bireysel şiddetin mağduru oluyor ve öldürülüyor.

Türkiye toplumu tüm hızıyla kaosa doğru koşarken, buradan çıkış için dayanışmanın birlikte mücadelenin aklın ve cesaretin öneminin elzem olduğunu hatırlatırız.

Çünkü mücadele etmezsek bu kaostan hiç çıkamayız.