Yakın bir tarihsel sürecin sol jargonunu ya da tartışmalarını düşündüğümüzde hayli ilginç manzaralarla karşılaşmak mümkündür. Sözgelimi bir dönemin solcusu için oportunizm, revizyonizm, goşizm gibi sözcükler vardır. Hararetli bir tartışmada bu sözcüklerin dudaklardan nasıl tılsımlı biçimde süzüldüğünü hayal etmek zor değildir. Düşünsenize biri çıkıp, uzun ama epey uzun süren konuşmasını “BU GOŞİZMDİR!!!” diye bitiriyor. Söylenişindeki yüksek tansiyona aldanıp goşizmin, burnundan alevler çıkan bir canavar olduğunu kestirebiliriz.
Evet biraz abartmış olabiliriz ama en azından, tam bağımsızı, aşamalı, aşamasızı, yarı-feodali ya da alt-emperyalizmi, yumruğunu masaya vuran kavramlar olmuştur diye düşünüyoruz. Tüm bu yüksek duyguların, yumruklanan masanın, burundan çıkan alevlerin ötesinde “kadın sorunu” ya da “kadının ezilmişliği” başka bir yerdedir; o, hep mütereddittir, sesinde ‘kenarda kalmışın’ ince-belirsiz gururu vardır.
“Kadın sorununun” tartışma olarak neden kenarda kaldığı ve neden bir GOŞİZM canavarı olamadığı ayrı ve uzun bir tartışmadır. Bu tartışmayı ayrı bir yazıya erteleyip bugüne baktığımızda başka bir şeyi görüyoruz.
Bugünün solcusu rejim, devlet, stratejiler, kriz, restorasyon gibi pek çok kavramı hararetle tartıştığı gibi ‘toplumsal cinsiyet’ konularına da geçmişe kıyasla belirgin bir ilgiyle yaklaşmaktadır. Neyin cinsiyetçi olup olmadığını, “eril dil” meselesini, şiddet ve taciz konularını, gerici saldırıların sürekli diri tuttuğu ‘hak ve özgürlükler’ alanını ve hatta en son Başoğlu vakıasıyla birlikte neyin ensest olup olmadığını hararetle tartışan solcular görüyoruz.
Kısacası, geçmişte “belli bir çevrenin” meselesi olarak görülen kimi gündemler, olanca şiddetiyle solcular da dahil “herkesin meselesi” haline gelmiştir. Böyle olmasının nedeni geçmişte kıymeti verilmemiş gündemlerin, öneminin anlaşılması, bir tür toplu şekilde “bilince erilmesi” değildir.
Dönüşümü yaratan, içinde yer aldığımız politik evreye de rengini veren kırılmalardır. Türkiye’de kadın hareketinin uzun yıllara yayılmış birikimini, etkisini kenara koymadan diyebiliriz ki bu kırılmanın asıl kahramanı 2013 Gezi Direnişiyle açığa çıkan toplumsal dinamiklerdir; ötesi AKP rejiminin hayat memat meselesi haline getirdiği kadın düşmanı politikalardır. Buraya ilişkin çokça yazıldı, çizildi, tekrarı gerekli görmüyoruz.
Ancak, buradan hareketle varılacak yer, solun bir büyük özeleştiri tufanına ya da Hristiyanca dövünme pratiklerine, günah çıkarmalara başvurması olamaz. Genel planda varılan yerin, sıkı bir mücadele için anlamlı bir başlangıç zemini olarak kabul edilmesi gerekir.
Yine de burada bu tespitin dışına düşen kimi örneklerle de karşılaşıyoruz. İbretlik bir örnek verelim.
Bu örnekte “kadın sorunu” alanının çok önemli ama çok çok önemli olduğu fark edilmiş ve olaya “el atmaya” karar verilmiştir. Mizahi olduğu sanılmasın, alıntı tümüyle gerçektir:
“Kadın sorunu kadınlara bırakılamayacak kadar toplumsaldır. Kadın sorununun giyim tarzına, kadına sınırlandırılması, işte bu türden affedilmez nitelikli kafa karışıklıklarına yol açar ve bu kafa karışıklıkları yalnızca dinci rejim kurma niyetinde olanların işine yarar.”( http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ilker-belek/akp-ideolojisinin-etkisinde-kiyafetime-karisma-eylemi-204623)
Demek ki hayatta bir “kadınlara bırakılacak, yeterince toplumsal olmayan (giyim tarzı vs gibi) konular vardır” ve bir de “kadınları aşan gerçek toplumsal konular vardır”. Burada hortlayıp gelebilseler Proudhon’un sevinçten ağlayacağını, Schopenhauer’un mutluluktan dans edeceğini söyleyebiliriz sevgili okuyucu.
Geçmişin mütereddit “kadın sorununu” bile rahmetle aratan bu tip örnekleri, bugün genel olarak solun katettiği aşamadan ciddi sapmalar olarak görmek, yolumuza devam etmek durumundayız…