İyi romanın peşinde

Kolay gibi görünen ama yanıtlanması zor bir soru vardır: Kitap neden okunur? Akla ders kitapları falan gelmesin diye belki biraz daha daraltılabilir: Roman neden okunur? Hayır, kimseden hemen yanıt beklemiyorum; evet, ben de bilmiyorum ama hemen yanıtlanamayacağı konusunda fikrim var. “Sana halı tezgâhı alayım mı?” gibi bir soru değil bu çünkü.

“Öğrenmek için, değişmek için, zaman geçirmek için” vs. Geçin bunları, bunlar sadece yeni başlayanlar için anlamlı olabilir. Doğrusu, bir gün bir kitap okursunuz ve çarpılırsınız. Belki konusu, belki kurgusu, belki kitaptaki bir cümle sizi çarpar. Bu çarpılma öyle bir şeydir ki tekrar tekrar yaşamak, tekrar tekrar çarpılmak istersiniz. Hemen söyleyeyim, aynı kitabı hemen bir kez daha okumak aynı etkiyi yaratmaz. İşte tam da bu anda okuyucu olmuşsunuzdur ve tekrar çarpılma arayışı içerisinde hep okursunuz, ömür boyu okursunuz.

Elbette bu arada işin teorisini de yaparsınız, sorunuza genel bir yanıt ararsınız. Ben de böyle yapıyorum ve “Eğer tek bir roman okuyabileceğimi varsayarsam bu nasıl olmalı veya olmamalı?” sorusu önümde duruyor.  Benim için, geçtiğimiz on beş günün “İleri Kitap” sorusu bu oldu ve çok bilinen beş kitabın beni etkileyen yönlerine baktım. “Acaba…” dedim, “bu yönlerin bir araya gelmesi benim tek romanımı oluşturabilir mi?”

 Öncelikle bir roman benim için toplumsal yaşamla iç içe olmalı, kopuk olmamalı. Bunu bir slogan gibi düşünmeyin, şöyle yazmıştım: “Gelelim diğer plandaki toplumsallık sorununa. Özelikle arka veya ön plan demiyorum çünkü ön plana çıktığında anlatı, roman tadı vermekten uzaklaşıyor, yavanlaşıyor, teorik ve genellikle tarihi bir metne dönüşüyor; üstelik de kötü bir metne. Arka planda kaldığında ise kişilerin üzerindeki toplumsallık anlaşılamadığı için kişilikler de tam oturmuyor. Bu yüzden diğer plan diyorum, belki paralel plan da denilebilir.  Yani toplumsallığın eklektik olarak romana girmemesi gerekiyor, romanda hissedilmesi gerekiyor. Burada bence önemli bir nokta da izlenecek toplumsallığın anlatıldığı güne değil, öncesindeki sürece ait olması. Çünkü geçmiş dönemin izleri kişiler üzerinde belirleyici olmuştur, o anda yaşananlar değil.”(1). Bu konuda görüşlerim değişmedi. Lafı şuraya getirmeye çalışıyorum, Balzac’ın Sönmüş Hayaller üçlemesinin son kitabı Bir Yaratıcının Çektikleri bence bu konuda çok iyi bir örnek. On dokuzuncu yüzyıl başları Fransasında bir yanda finans sektörü, bir yanda teknik gelişmeler, bir yanda hukuk alanı, bir yanda entelektüel ortam ve hepsinin ortasında insan. Kapitalizmin kuruluş krizlerinden birisi daha iyi anlatılamazdı herhalde. Şunu da gösteriyor: Kapitalizmin son yıllardaki krizleri sistemin eskimesinden kaynaklanmıyor; kendisi zaten kriz rejimi, kuruluşundan beri böyle, böyle de yıkılacak gibi.

KÜNYE: Bir Yaratıcının Çektikleri. Honore de Balzac. Çev.: Filiz Nayır Deniztekin. Varlık Yay., Sahaflarda 14-20 TL arası.

Realist yazarlar sıklıkla roman karakterlerinden birini kendileri adına konuştururlar ve bu da genellikle yapay kaçar. Elbette Balzac böyle yapmıyor, kendisi romanda yok ama sistemin eleştirisi de eksik kalmıyor; bunu yargılayarak değil, sergileyerek yapıyor.

Ve elbette kadınlar… Bana kalırsa Balzac’ın tüm romanlarında kadınlar olaylara yön veren bir özellikte. Bunu yazmamın nedeni, bir Balzac eseri okurken kadın karakterlere bakmanın romanın çatısını görmek anlamına gelmesi; bir tüyo vereyim dedim. Son bir not, dediğim gibi bu kitap bir üçlemenin parçası ama ayrı olarak da okunabiliyor; belki de ben diğer ikisini bildiğim için. 

Bir Yaratıcının Çektikleri’nden yaklaşık elli yıl sonra Fransa’da kriz yine bitmiyor. Emile Zola’nın yirmi ciltlik Rougon-Macquart serisinin son kitaplarından Hayvanlaşan İnsan, İkinci İmparatorluk Devri’nin bitimine yakın bir zamanda geçiyor. Bana sorarsanız Balzac’ın aksine, hatta sanılanın, hatta genelde kabul edilenin aksine, toplumsal dönüşüm çok fazla hissedilmiyor; diğer planda dönemin Fransa’sı anlatılmıyor veya herhangi bir romandan daha fazla değil. Zaten Hayvanlaşan İnsan’ı da bu yüzden seçtim. Bana kalırsa bu kitabın çarpıcı tarafı, yapısı. Yapı deyince sakın zaman atlamaları, paralel anlatımlar vs. gelmesin aklınıza; olay örgüsü başlıyor, ilerliyor ve bitiyor. Ancak bence iki yapısal öğe var ki romanı benzersiz yapıyor.

KÜNYE: Hayvanlaşan İnsan. Emile Zola. Kitapçılarda İş Bankası ve İmge baskıları var. Etiket fiyatları 25 ve 20 TL.

Birincisi, mekânın kişiler ve davranışları üzerindeki etkisi. Şunu söyleyeyim, olay bir demiryolu hattı ve çevresinde geçiyor. Ancak demiryolları öylesine belirgin ki sanki başka bir yer olsaydı, bu yapıt olmazdı gibi; aynı olayları bir köyde veya bir fabrikada örneğin, düşünemiyorum bile. Zorlayınca olur belki ama sıradanlaşır sanki. Demiryolları; raylarıyla, trenleriyle, çalışanlarıyla ayrı bir kişi hatta esas kişi gibi romanın ortasında duruyor.  Zola’nın bu romanı yazmadan önce Paris ve Montes arasında sefer yapan bir lokomotifte makinistin yanında yolculuk ettiği söylenir. Bu davranışı o zaman garipsenmiş olsa da bir başyapıt için böyle garipsenişler zorunluluk gibi, klasiği aşmak başka türlü olamaz ki…

İkincisi romanda bazı atlamalar (Zaman atlamaları değil.) oluyor. Şöyle anlatayım, romanda bir iki yerde karakterlerin itirafı var. Bu itiraflar sonrası bir ferahlama oluyor ve okuyucu da ferahlıyor. Buraya kadarı tamam, birçok romanda rastladığımız bir durum. Ancak itiraflarla birlikte olayların akışında da değişiklikler oluyor, başka yere gidiyor. Atlamadan kastım öncelikle bu, itirafların manivela gibi kullanılması. Ama bir atlama durumu da ana karakterle ilgili. Kitabın başlarındaki ana karakter (veya öyle sanılan) roman ilerledikçe değişiyor ve başka bir ana karakter ortaya çıkıyor ve eksen değişiyor. Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir çünkü romanı özetlemeden anlatmak güç ama ben de özetlemeden, sorunu başka bir düzlemde tartışmak istiyorum. Ne yapalım, elimden gelen de bu.

Kitabı sadece “yapı”dan ibaret sanmayın; her yönüyle, cümlesiyle bir başyapıt. Şu sözü not ettim: “Her günü ertesi günün uyuşuk beklentisi içinde geçiriyorlardı”.

Farklı bir kurgu düşününce ve hatta belki bunun doruklarından biri isteniyorsa Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabı derim. Kabaca “Öykü nasıl yazılır?” üzerine yazılmış bir roman denilebilir. Burada okur da romanın bir karakteri halini alıyor ancak sıkı bir olay örgüsüyle parçaların birbirine bağlandığı alışılagelmiş bir kurgusu yok: Roman, yazılma süreci, romanda anlatılan öykü, romanın yazarı ve okur iç içe geçiyor; bu arada okurla roman arasında farklı bir ilişki oluşuyor ve yaşamın bütünlüğü ve bağlantısı üzerine tartışmaya dönüşüyor.

KÜNYE: Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu. Italo Calvino. Daha önce Can basmıştı. Kitapçılarda Yapı Kredi’den 14. baskısı var.
Çev.: Eren Yücesan Cendey. Etiket fiyatı 30 TL.

Calvino okurla da dalga geçiyor: “Sen o tür inceliklere duyarlı bir okursun; yazarın amaçlarını hemen yakalarsın, senden bir şey kaçmaz.” ya da “Yazarın biçim ustalığı sandığın şey meğer basımcıların yanlışıymış: Aynı sayfayı iki kez basmışlar.” gibi.

Elbette sadece kurgusu değil, diğer yönleriyle de çok iyi bir roman ama çarpıcı yanı kurgusu. Bir de bence Calvino kitabı tam zamanında bitirmiş. Birkaç sayfa öncesi konuyu havada bırakacakken birkaç sayfa sonrası ise işi tatsızlaştıracakmış diye düşünüyorum.

İyi bir romanda bulunması gereken bir diğer özellik de sürükleyici olması. Bunun en iyi örnekleri de “bestseller” denilen grup olsa gerek. Harold Robbinslerle başlayan entrika-cinsellik ekolü, Dan Brown tarzıyla sürmüştü. Şimdilerde biraz daha duygusal kitaplar piyasada. Markus Zusak’ın Kitap Hırsızı örnek olarak verilebilir. Kısa, basit cümleler, kimi zaman üç sözcüklü tek cümleden ibaret paragraflar; kısacası kolay okunan bir metin. Aslına bakarsanız bunu düşünerek almamıştım Kitap Hırsızı’nı, benim için ismi çekici olmuştu. Ancak kitabın kapağına bakan bir arkadaşım “Genç kızlar için yazılmış” dedi. Okudukça gördüm, haklıydı. Belki “okur”a değil ama geleceğin okurunu hazırlamaya yönelikti, sürükleyiciydi. Yoksa 600 sayfaya yakın kitabın 28. baskıya ulaşması kolay değildir. İçinde beni çeken, aç olmasına karşın yiyecek değil de kitap çalan kız ve sığınakta bombardımanın geçmesini beklerken kitap okunması oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında yoksul Almanların yaşamını sergilemesi de başka bir farklılığıydı.

KÜNYE: Kitap Hırsızı. Markus Suzak. Daha önce Encore basmıştı. Kitapçılarda Martı’dan 28. Baskısı var.
Çev.: Selim Yeniçeri. Etiket fiyatı 35 TL.

Neyse, çok önemli bir kitap değil belki ama sürükleyicilik kısmı yabana atılmamalı ve kullanılmalı derim.

Ancak ne dersek diyelim, her şeyin başı yetenek. Çağdaş romanın kurucusu kabul edilen Gustave Flaubert’in on dört yaşındayken yazdığı kısa roman (veya uzun öykü) Bibliyoman bu söylediklerime en güzel örnek. Çocuk denilecek bir yaşta yazdığı bu kitaptaki dramatik anlatı, sürükleyicilik, yeteneğin nasıl bir şey olduğunu net bir biçimde gösteriyor. Kitapta boş bir cümle yok, karakterler idealize edilmemiş, oldukları gibi, zayıflıklarıyla birlikte yansıtılmış. Konu da ilginç: “Okuması, yazması yok denecek kadar az olan” Bibliyoman’ın öyküsü. “Sevdiği bilginin kendisi değildi aslında; onun aldığı biçimi, yansıyan suretini seviyordu. Bir kitabı seviyordu çünkü o bir kitaptı; kokusunu, biçimini, ismini seviyordu onun.”

KÜNYE: Bibliyoman. Gustave Flaubert. Kitapçılarda Palto ve Sel yayınlarından baskıları var. Etiket fiyatları 11 ve 14 TL.

Evet, toplumsal yaşamdan kopmadan, yaratıcı yapı ve kurgusu olan, sürükleyici bir anlatı önemli. Önemli ama yetmez. Belli ki iki yıl önce başladığım1 bu konuyu tartışmaya devam edeceğim. 

(1)https://ilerihaber.org/yazar/iyi-roman-kotu-roman-89744.html