İşçiyi de vururlar
13-11-2019 07:36

Can Soyer
Bu yazının okurları arasında Sidney Pollack’ın 1969 tarihli “Atları da Vururlar” filmini izlemiÅŸ olanlar hayli fazladır. Horace McCoy’un romanından uyarlanan, senaryosunu James Poe’nin yazdığı, baÅŸrollerini Jane Fonda ve Michael Sarrazin’in oynadığı film, Büyük Bunalım döneminde yoksulluÄŸun ve geleceksizliÄŸin pençesinde kıvranan Amerikan toplumunun çarpıcı ve huzursuz edici bir kesitini ekrana taşır.
Ancak filmi bu kadar çarpıcı ve huzursuz edici kılan, yoksulluÄŸun ajitatif görünümlerini sergilemesi deÄŸil. Açlıktan iskelete dönmüÅŸ bedenler, delik ayakkabıyla kar altında bekleÅŸen çocuklar, bir lokma ekmek satın alabilmek için ceketini satan ihtiyarlar gibi manzaralar yok filmde. Bunun yerine, Amerikan Rüyası denen hayali gerçek kılmak ve girdikleri bir dans yarışmasını kazanmak için mücadele eden insanlar var. Bir müsabaka bu, evet; ama dans ilerledikçe gerçek müsabakanın yarışmacılar arasında olmadığı, daha doÄŸrusu esas müsabakanın dans eden çiftler arasında geçmediÄŸi ortaya çıkıyor. Müsabakanın tarafları ödül ile onura, beden ile ruha, para ile özsaygıya dönüÅŸüyor.
Hiçbir çaresi olmayan, satacak tek ÅŸeyi emeÄŸi olmasına raÄŸmen onu dahi satacak imkan bulamayan, bu yüzden bedenini yaÅŸatmak için ruhunu satmak zorunda kalan insanları izliyoruz filmde.
İşçi sınıfının evrensel trajedisini yani: Tüm imkanlar ve umutlar tükenince, yoksulluÄŸun ve yoksunluÄŸun tırnaklarını geçirdiÄŸi o kutsal metadan, insan haysiyetinden vazgeçmek zorunluluÄŸu.
Bu zorunluluk, tanımı gereÄŸi, bir eÅŸik halidir. Ötesine geçilmesine ramak kalmış bir eÅŸik; ötesinde ruhu tükenmiÅŸ, onuru çekilmiÅŸ, haysiyeti emilmiÅŸ bir posa olarak bedenin özyıkımının yattığı bir eÅŸik.
***
Türkiye’yi sarsan intihar olaylarını ülkenin içinden geçtiÄŸi krizle, iÅŸsizliÄŸin ve pahalılığın fırlamasıyla, gerek özel gerekse kamu borçluluÄŸunun artmasıyla, güvencesizliÄŸin ve geleceksizliÄŸin standartlaÅŸmasıyla ve neoliberal kapitalizmin gayet tanıdık daha onlarca sonucuyla baÄŸlantılandırmadan konuÅŸmak imkansız.
Öte yandan, yoksulluÄŸun sadece maddi göstergeler ve imkanlar biçiminde paranteze alınmasının görüÅŸ menzilini düÅŸüren bir yanı olduÄŸunu da söylemek zorundayız.
YoksulluÄŸun göstergeleri kadar, onun nasıl deneyimlendiÄŸi; maddi imkanların erimesiyle birlikte manevi tatminin de nasıl tükendiÄŸi; bedenin hırpalanmasının yanı sıra ruhun ve özsaygının da nasıl tırpanlandığı parantezin içine dahil edilmeli.
Çünkü kapitalizmde iÅŸçi olmak, alın teriyle yaÅŸamak, emeÄŸini satarak hayatta kalmak insan varoluÅŸunun hem fiziki enerjisinin hem de ruhsal/duygusal kapasitesinin sonuna kadar sömürülmesi demek aynı zamanda. İşçi olmak çalışmak, didinmek, saatler boyu emek tüketmek kadar, en az bunlar kadar horlanmak, yaralanmak, aÅŸağılanmak da demek.
Ve bütün bunlar özel kriz dönemlerinde veya iÅŸ hayatının sıkıntılı evrelerinde deÄŸil, insan yaÅŸamının her anında, biteviye maruz kalınan deneyimler. İşçi olmak sadece çalışırken deÄŸil iÅŸsizken de, sadece iÅŸ başındayken deÄŸil hastane kuyruÄŸundayken de, sadece fazla mesai saatlerinde deÄŸil mutfak alışveriÅŸi yaparken de, sadece maaşını alırken deÄŸil çocuÄŸunun okul harcamalarını hesaplarken de deneyimlenen; bu anlamda insanın gündelik yaÅŸamını boydan boya kat eden bir varoluÅŸ sürekliliÄŸi.
İngiliz marksist E. P. Thompson’un “iÅŸçi sınıfı sadece bir kavram ya da kategori deÄŸil, aynı zamanda insanlar arasındaki iliÅŸkilerde gerçekten var olan bir ÅŸey” demesi de bundan.
Üstelik bu iÅŸçilik hali, olmuÅŸ bitmiÅŸ bir olayı deÄŸil, kesintisiz biçimde sürmekte olan, toplumsal yaÅŸamın her hücresinde görünen, “bir kere deÄŸil, bin kere öldüren” süreklileÅŸmiÅŸ bir deneyimi ifade ediyor.
İşçi olmak, aynı zamanda, onurunun kırılması, haysiyetinin ezilmesi, ruhunun kurutulması, özsaygının budanmasıysa eÄŸer, bu her gün ve her saat yaÅŸanan bir deneyim yani.
***
İşçinin hep eÅŸiÄŸinde durduÄŸu özyıkım ihtimalini yaratan da ne ekonomik politikaların arızi iniÅŸ çıkışları ne de küresel konjonktürün piyasalara etkisi. Bu ihtimali bir gündelik yaÅŸam gerçeÄŸi sıradanlığına dönüÅŸtüren ÅŸey, kapitalizmin bizatihi kendisi. Özel mülkiyet düzeninin, artı-deÄŸer sömürüsünün, kar ve sermaye birikiminin, kurumsallaÅŸmış egemenlik aygıtı olarak kapitalist devletin ve onun aygıtlarının lafı edilmeden iÅŸçilik deneyimini ve onun eÅŸik halindeki varoluÅŸunu anlamak da açıklamak da imkansız.
GeçtiÄŸimiz hafta tanık olduklarımız bu eÅŸiÄŸi ötesinden ayıran küçücük mesafenin geçildiÄŸi örneklerdi. Ne bir cinnet anı ne de nevrotik bir nöbetti; basbayağı beden ile ruhu, geçim ile haysiyeti bir arada tutamamanın parçaladığı varoluÅŸun terk edilmesiydi.
DoÄŸru deÄŸildi, çare deÄŸildi, zorunluluk hiç deÄŸildi; öte yandan, iÅŸçinin yalnızlığının, yalıtılmışlığının, kuÅŸatılmışlığının son sahnesiydi.
Çembere alınmış bir öznelliÄŸin sesi olmayan çığlığıydı.
Bu çığlığın yankısının kolay kolay yok olması beklenmemeli. Türkiye, hatta dünya da, kapitalizmin arsız tahakkümüne baÅŸ kaldıran bir emekçi potansiyeline yataklık ediyor halihazırda.
“Bu yatağın taÅŸmasının bir yolu var mı?”, diye sorulabilir. Oysa asıl soru ÅŸöyle olmalı: Bu yatağın taÅŸması dışında bir yol var mı?