İşçiyi de vururlar

Bu yazının okurları arasında Sidney Pollack’ın 1969 tarihli “Atları da Vururlar” filmini izlemiş olanlar hayli fazladır. Horace McCoy’un romanından uyarlanan, senaryosunu James Poe’nin yazdığı, başrollerini Jane Fonda ve Michael Sarrazin’in oynadığı film, Büyük Bunalım döneminde yoksulluğun ve geleceksizliğin pençesinde kıvranan Amerikan toplumunun çarpıcı ve huzursuz edici bir kesitini ekrana taşır.

Ancak filmi bu kadar çarpıcı ve huzursuz edici kılan, yoksulluğun ajitatif görünümlerini sergilemesi değil. Açlıktan iskelete dönmüş bedenler, delik ayakkabıyla kar altında bekleşen çocuklar, bir lokma ekmek satın alabilmek için ceketini satan ihtiyarlar gibi manzaralar yok filmde. Bunun yerine, Amerikan Rüyası denen hayali gerçek kılmak ve girdikleri bir dans yarışmasını kazanmak için mücadele eden insanlar var. Bir müsabaka bu, evet; ama dans ilerledikçe gerçek müsabakanın yarışmacılar arasında olmadığı, daha doğrusu esas müsabakanın dans eden çiftler arasında geçmediği ortaya çıkıyor. Müsabakanın tarafları ödül ile onura, beden ile ruha, para ile özsaygıya dönüşüyor.

Hiçbir çaresi olmayan, satacak tek şeyi emeği olmasına rağmen onu dahi satacak imkan bulamayan, bu yüzden bedenini yaşatmak için ruhunu satmak zorunda kalan insanları izliyoruz filmde.

İşçi sınıfının evrensel trajedisini yani: Tüm imkanlar ve umutlar tükenince, yoksulluğun ve yoksunluğun tırnaklarını geçirdiği o kutsal metadan, insan haysiyetinden vazgeçmek zorunluluğu.

Bu zorunluluk, tanımı gereği, bir eşik halidir. Ötesine geçilmesine ramak kalmış bir eşik; ötesinde ruhu tükenmiş, onuru çekilmiş, haysiyeti emilmiş bir posa olarak bedenin özyıkımının yattığı bir eşik.

***

Türkiye’yi sarsan intihar olaylarını ülkenin içinden geçtiği krizle, işsizliğin ve pahalılığın fırlamasıyla, gerek özel gerekse kamu borçluluğunun artmasıyla, güvencesizliğin ve geleceksizliğin standartlaşmasıyla ve neoliberal kapitalizmin gayet tanıdık daha onlarca sonucuyla bağlantılandırmadan konuşmak imkansız.

Öte yandan, yoksulluğun sadece maddi göstergeler ve imkanlar biçiminde paranteze alınmasının görüş menzilini düşüren bir yanı olduğunu da söylemek zorundayız.

Yoksulluğun göstergeleri kadar, onun nasıl deneyimlendiği; maddi imkanların erimesiyle birlikte manevi tatminin de nasıl tükendiği; bedenin hırpalanmasının yanı sıra ruhun ve özsaygının da nasıl tırpanlandığı parantezin içine dahil edilmeli.

Çünkü kapitalizmde işçi olmak, alın teriyle yaşamak, emeğini satarak hayatta kalmak insan varoluşunun hem fiziki enerjisinin hem de ruhsal/duygusal kapasitesinin sonuna kadar sömürülmesi demek aynı zamanda. İşçi olmak çalışmak, didinmek, saatler boyu emek tüketmek kadar, en az bunlar kadar horlanmak, yaralanmak, aşağılanmak da demek.

Ve bütün bunlar özel kriz dönemlerinde veya iş hayatının sıkıntılı evrelerinde değil, insan yaşamının her anında, biteviye maruz kalınan deneyimler. İşçi olmak sadece çalışırken değil işsizken de, sadece iş başındayken değil hastane kuyruğundayken de, sadece fazla mesai saatlerinde değil mutfak alışverişi yaparken de, sadece maaşını alırken değil çocuğunun okul harcamalarını hesaplarken de deneyimlenen; bu anlamda insanın gündelik yaşamını boydan boya kat eden bir varoluş sürekliliği.

İngiliz marksist E. P. Thompson’un “işçi sınıfı sadece bir kavram ya da kategori değil, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkilerde gerçekten var olan bir şey” demesi de bundan.

Üstelik bu işçilik hali, olmuş bitmiş bir olayı değil, kesintisiz biçimde sürmekte olan, toplumsal yaşamın her hücresinde görünen, “bir kere değil, bin kere öldüren” süreklileşmiş bir deneyimi ifade ediyor.

İşçi olmak, aynı zamanda, onurunun kırılması, haysiyetinin ezilmesi, ruhunun kurutulması, özsaygının budanmasıysa eğer, bu her gün ve her saat yaşanan bir deneyim yani.

***

İşçinin hep eşiğinde durduğu özyıkım ihtimalini yaratan da ne ekonomik politikaların arızi iniş çıkışları ne de küresel konjonktürün piyasalara etkisi. Bu ihtimali bir gündelik yaşam gerçeği sıradanlığına dönüştüren şey, kapitalizmin bizatihi kendisi. Özel mülkiyet düzeninin, artı-değer sömürüsünün, kar ve sermaye birikiminin, kurumsallaşmış egemenlik aygıtı olarak kapitalist devletin ve onun aygıtlarının lafı edilmeden işçilik deneyimini ve onun eşik halindeki varoluşunu anlamak da açıklamak da imkansız.

Geçtiğimiz hafta tanık olduklarımız bu eşiği ötesinden ayıran küçücük mesafenin geçildiği örneklerdi. Ne bir cinnet anı ne de nevrotik bir nöbetti; basbayağı beden ile ruhu, geçim ile haysiyeti bir arada tutamamanın parçaladığı varoluşun terk edilmesiydi.

Doğru değildi, çare değildi, zorunluluk hiç değildi; öte yandan, işçinin yalnızlığının, yalıtılmışlığının, kuşatılmışlığının son sahnesiydi.

Çembere alınmış bir öznelliğin sesi olmayan çığlığıydı.

Bu çığlığın yankısının kolay kolay yok olması beklenmemeli. Türkiye, hatta dünya da, kapitalizmin arsız tahakkümüne baş kaldıran bir emekçi potansiyeline yataklık ediyor halihazırda.

“Bu yatağın taşmasının bir yolu var mı?”, diye sorulabilir. Oysa asıl soru şöyle olmalı: Bu yatağın taşması dışında bir yol var mı?