Yaşamın en olağan görünen yanına bilim ve felsefenin keskin ışığında bakınca ilkin şaşırıyor insan; bunu ben neden daha önce göremedim. Marx’ın Kapital’i böyle bir ışıklı şaşkınlık ve aydınlanma için birebirdir. Kapitalist, üretim için gerekli makineleri, hammaddeleri, binaları parasını ödeyerek satın alıyor. Marx bütün bunların toplamına sabit sermaye diyor. Üretime başlamak için kapitalistin sabit sermayesi olması ve bunların hepsinin parasını ödemesi gerekiyor. Bunlar hazır olunca, işçilere işbaşı yaptırılıyor, ama onlara ay sonuna kadar hiçbir şey ödenmesi gerekmiyor. İşçiler bir ay boyunca kapitalist için karşılıksız çalışıyor, alacağı ücreti ve kapitalistin elkoyarak adına kâr dediği artı değeri üretiyor. Kapitalist işçiye hiçbir şey vermeden ürettiği her şeyi alıyor.
Marx, işçinin emeği için ödenen ücrete değişen sermaye diyor, çünkü kendinden daha fazla değer yaratarak, sermayenin büyümesini sağlayan budur.
A’dan Z’ye sömürünün karikatürü
İşçi hiçbir şey almadan bir ay çalışarak kapitaliste büyük bir kredi veriyor. Kapitalist bu krediye karşılık, işçiye ürettiği değerin çok küçük bir kısmını ücret olarak ödüyor ve büyük bölümüne elkoyuyor. Yalçın Çetin’in harika karikatüründeki tam da bunu anlatıyor: İşçi kapitaliste kocaman bir A verirken, kapitalist ona küçücük bir Z veriyor. Marx işçinin ödenmemiş, sermayece el konan bu emeğine artı değer diyor. Artı değer yeniden yatırıma sokularak, yeni artı değer oluşturan sermayeye dönüşüyor. Kapitalist üretim sürecinde patron hiçbir katkısı olmadığı bir değerin sahibi olurken, işçi yarattığı değerden yoksun bırakılarak mülksüzleştiriliyor. Kapitalist ideoloji ise bu gerçeği gizliyor ve tersine çeviriyor. Bu ideolojiye göre sermayedar işçiye “ekmek veriyor”.
İşçi kapitaliste kredi veriyor ama faiz değil, verdiğinin çok azını alabiliyor. Temelinde “hırsızlık” olan bir düzen dersek, Marx’ın Proudhon’la tartışmasını anımsatıp hemen beni çürütecekler çıkabilir. 15 Mayıs 2015’ten beri Bursa’da direnişe geçen otomotiv işçileri, üstü örtülen bu gerçeğin acımasız sonuçlarının az da olsa ortaya çıkmasına olanak sağladılar. Mustafa Sönmez, internet sayfasındaki, 22 Mayıs 2015 tarihli yazısında metal işkolunun işçi ücretleri ortalaması ile kârlarını oranlamış, sonuç “1 işçiye, 3 şirkete” biçiminde çıkınca, hırsızlık değil, bilimsel kavramla “büyük sömürü” demiş.
150 bin verip 30 bin almak
“Metal işkolunda işçi başına kârlar 80 bin TL ile 150 bin TL arasında değişiyor.” İşçinin yıllık ücreti ise 30 bin TL’ye çıkmıyor bile. İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük sanayi firması verilerinden yararlanan Mustafa Sönmez, şu sıralarda işçilerin aylık birkaç yüz liralık ücret artışı için direnişte olduğu Tofaş şirketiyle ilgili 2013 yılına ilişkin şu bilgileri veriyor: “6 bin 357 işçi çalıştırarak 841 milyon TL kâr sağladı. Böylece işçi başına brüt kârı 133 bin TL’ye yaklaştı.” Tofaş’ta işçilerin aylık ortalama ücreti 2 bin beş yüz lira olsa, yıllık ücret toplamı 30 bin liraya geliyor. Şirketin toplam kârı işçi sayısına bölündüğünde bulunan rakama göre, işçi yılda 133 bin liralık değer yaratıyor ve bunun dörtte birinden daha azını ücret olarak alabiliyor. Sömürü oranının korkunçluğunu bu rakamlar apaçık gösteriyor.
Mustafa Sönmez’e göre, Tofaş örneğinden yola çıkarak, işçilerin ücretine aylık 500 liralık bir zam yapılsa 6 bin 400’e yakın çalışanın toplam alacağı 38 milyon civarında ve bu, yılda 850 milyona yakın kâr eden bu şirketin kârını yalnızca yüzde 4.5 azaltıyor. Yani işçi başına sömürü miktarı 130 binden 125 binlere iniyor.
Asgari ücret genel ücret, taşeron çalışma temel çalışma düzeni
Metal işçilerinin direnişi, işçi sınıfının sendikalı, toplusözleşme yapabilme olanağı bulunan en iyi durumdaki kesiminin bile ne kadar ağır sömürü koşullarında çalıştığını gösterirken, sendikasız ve büyük bölümü asgari ücretle çalışan işçilerin nasıl lime lime edildiğini anlamak zor değil.
Türkiye kapitalizmi işçiye cehennem koşullarında çalışma ve yaşam dayatıyor. O halde, en iyi durumdakiler direnişe geçerken asgari ücretliler neden bir şey yapamıyor? Bunun 40 nedeni var; örgütlü değiller, sendikaları yok diye başlasam, Napolyon’un ünlü hikâyesindeki gibi, tamam anlaşıldı, gerisini saymana gerek yok diyeceksiniz. Bu derin sömürünün temelinde, bugünlerde sözde herkesin mahkûm ederek, mezara kimsesiz gönderdiği Kenan Evren ve 12 Eylül’ün yaptıkları ve arkasından gelen has çocukları AKP’nin yaptıkları var. Asgari ücreti genel ücret, taşeron çalışma düzenini temel çalışma düzeni yapmaları var.
Açığı ücret mücadelesiyle değil, kredi kartlarıyla kapatmak
Yıldırım Koç, metal işçilerinin direnişiyle ilgili yazılarından birinde, şu saptamayı yapıyor. Yıllardır işbirlikçi Türk Metal Sendikası’nın yaptığı düşük ücretli toplusözleşmelere tabi olarak sesini çıkarmadan çalışan otomotiv işçileri, kredi kartı kullanımı ve tüketici kredileriyle borçlanarak günü kurtarmaya çalıştılar. Kararlı ve örgütlü bir mücadeleye girişerek elde etmeleri gereken insanca yaşanabilir bir ücret yerine, geleceklerini ipotek altına alan borçlarla geçimlerini sürdürmeye rıza gösterdiler. Bugün ise borçlarını da ödeyemez duruma geldikleri için, “ekmek kavgası” dedikleri bu direnişi, nesnel durumları dayatıyor.
Soma’daki katliam, işçi sınıfının çalışma koşullarını ve korkunç sömürü oranlarını göstermişti; otomotiv sektöründe Bursa’da başlayıp İzmit ve Ankara’ya uzanan işçi direnişi de en iyi durumda olduğunu sandığımız sanayi işçisinin gerçeğinin çok da farklı olmadığını ortaya çıkardı. Geçinebilecek bir gelir elde edebilmek için metal işçileri uzun süreli ek mesaiye kalıyorlar. Bu da yetmeyince kredi kartları devreye giriyor ve sonunda, Haziran Ayaklanmasının öğrettiği bir toplumsal gerçek, metal işçilerini de sarıyor: kazanım elde etmek için direnmek zorunlu. Patron işbirlikçisi sendikadan kitlesel istifalar, bıçağın kemiğe dayandığının bir göstergesi olarak görülebilir. En gerici sendikanın, birçoğunu seçerek işe soktuğu, sınıf bilinci en geri olma olasılığı yüksek işçilerinden böyle sert ve kararlı bir çıkış, nesnelliğin gücünü, dipten gelen dalganın ipucunu veriyor. İşçi sınıfı cephesinde de, “bu daha başlangıç” demeyi gerektirecek, büyük mücadelelere gebe bir çelişkinin nesnelliği var.
Fransa’da 55 bin, Türkiye’de 11 bin avro alan işçi
Renault’un Avrasya bölge müdürü, kapitalistlerin tehditkâr üslubuyla, işçi direnişinin yatırımları gözden geçirmelerini gerektireceğini geveledi. Türkiye’nin aleyhine sonuçlar doğurabileceğini ima etti. 22 Mayıs 2015 tarihli Cumhuriyet’te Olcay Büyüktaş’ın haberi ise, bu işin kimin aleyhine olacağını rakamların keskinliğiyle ortaya koyuyordu. Buradaki rakamlara bakınca emperyalist tekelin bölge müdürüne, fabrikanı al başına çal, demek en iyisi galiba.
Büyüktaş, haberinde Doç. Dr. Serkan Ögel’in Avrupa ülkelerindeki otomotiv sektöründe çalışan işçilerin yıllık ücretlerini karşılaştıran araştırmasının sonuçlarını özetlemiş. Çeşitli yıllara göre artış oranlarını da içeren bir tabloya bakıldığında, Türkiye’deki otomotiv işçilerinin aynı işi yapan Avrupalı işçilerin beşte biri kadar ücret aldığı görülüyor. 2012 yılında Belçika’daki işçi yılda 53 bin avro alırken Türkiyeli işçi yalnızca 11 bin 6 yüz avroya çalışmış. Aynı yıl Almanya’daki otomotiv işçisi ise 70 bin avro kazanmış. Hollandalı 56, İngiliz 54 bin avro.
Avrupa’da Türkiyeli işçilerin altında ücretle çalışan otomotiv işçileri ise yalnızca yılda 5 bin 10 avroyla Bulgaristan, 8 bin 6 yüz avroyla Romanya’da bulunuyor. Macaristan da 17 bin avroyla görece yıllık ücreti düşük ülkelerden biri. Bu ülkeler sosyalizmin çökertildiği ülkeler.
Türkiye de cumhuriyetin çökertildiği bir ülke olarak emekçilerini en ağır sömürüye uğratan bir kapitalist cenneti. Bu rakamlar, Fransa’daki işçiye yılda 54 bin avro öderken Türkiye’deki işçiye 11 bin avro ödeyen Renault’nun nasıl bir sömürü tezgâhı kurduğunu pek açık gösteriyor. Bu kadar kolaylıkla ve büyük oranda sömürdüğü Türk işçisi varken, daha iyisini nerede bulacak?
Kapital’in penceresinden bakarsak, her şeylerini veren işçiye yılda birkaç bin avro daha fazla vermeyi bile çok gören bir alçaklıkla karşı karşıyayız.
Hasan Hüseyin’in Haziran’ı
Mayıs ayı başında yayımlanan Anka ajansı kaynaklı bir haber de Türkiye’nin işçiler açısından nasıl bir ülke olduğunu yine sayıların keskinliğiyle ortaya koymuştu. Dünya gazetesinin 4 Mayıs 2015 tarihinde internet sayfasında yer alan bu haberin başlığı şöyleydi: “Türkiye ‘aşırı çalışma’da OECD rekoru kırdı”. OECD’nin “İş-Yaşam Dengesi” endeksine göre, Türkiye 36 ülke arasında “çok uzun saat çalışan işçiler” sıralamasında birinci oldu. Türkiye’de insanlar yılda ortalama 1855 saat çalışıyorlar. OECD ortalaması ise 1765 saat. Haftada 50 saat ve üstünde çalışanların oranı Türkiye’de yüzde 43 iken, OECD ülkelerinin ortalaması yüzde 9.
Bir veri daha var ki, tam “ölmüşük de habarımız yok” denecek türden. “Günde uyku ve yemek dahil boş zaman ve kişisel bakım için ayrılan zaman sıralamasında da 36 ülke içinde sonuncu olan Türkiye’de bir işçi bu etkinliklere günde 13 saat 42 dakika harcıyor.” Uyku, yemek, sohbet, gezme, okuma yazma, çocuğunu parka götürme, yaşamla ilgili aklınıza gelen bütün etkinlikler için kalan ortalama zaman bu kadar. Bu konuda birinci olan İspanya’daki bir işçi ise günün 16.1 saatini kendine ayırabiliyor. Demek ki İspanyollar günde sekiz saatin de altında çalışıyorlar.
Durum vahim. Türkiye’de işçi sınıfının acilen Marx’ın Kapital’ini çalışması gerekiyor.
“Hava tomurcuk ve leylak kokuyor” demişti Hasan Hüseyin, “Haziranda Ölmek Zor” şiirinde. Haziran’a yaratıcılık ve doğum yakışıyor. 2013’den beri Haziran güzel geliyor; Metal işçilerinin büyük eyleminde, işçi sınıfının ve yeni Türkiye’nin doğumunun ipuçlarını arıyoruz. 1970 Haziran’ının soluklarını duyuyoruz.