İşçi davalarının akıbeti

İşçilerin açtığı davaların çoğunluğu lehe sonuçlanmaktaysa da bu tablonun farkında olan işverenler ve siyasi iktidar, iş kanunlarında değişiklik yaparak tepki çekmek yerine tabloyu kendi lehlerine çevirecek farklı bir yolu tercih etmekteler. Verilere göre, davalar işçiler lehine sonuçlansa da yıllar süren yargılamalar başlı başına işçiler açısından zarar sonucu doğuran nitelikte.

İşçilerin yoğun emek sömürüsü altında çalıştığı, çalışma saatlerinin her geçen gün daha da arttığı, ücretlerin ise enflasyonun artış hızı karşısında birkaç hafta içerisinde eridiği günlerden geçiyoruz. Bir yanda patronların karlarına kar kattığı, şirketlerin sürekli olarak yüksek kar oranlarını açıkladığı bugünlerde işler, emek cephesinde ise tam ters istikamette gidiyor. Çalışma şartlarındaki zorluklar bir yana, işverenlerin maliyet azaltma/kar artırma amacı veya sudan gerekçelerle işten çıkartmalarda yaşanan artış da diğer bir can alıcı sorun. Bu artışa paralel olarak işçilerin hak arayışları ve hukuki süreçlere dair başvurularında da artış yaşanmakta.

Yargı süreçlerinde ve kanunlarda, hak arama mücadelesindeki genel durumun işçiler lehine olduğu genel yaygın bir kanaat. Bu kanaati destekleyen iki husustan birincisi, işçi sınıfının tarihsel mücadelesi ve kazanımları sayesinde düzenlenen kanunlardaki işçi lehine yorum ilkesidir. İkincisi de işverenlerin fütursuzca ve keyfi şekilde işten çıkartma uygulamaları sebebiyle davaların çoğunlukla işçiler lehine sonuçlanmasıdır.

Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü tarafından dün açıklanan “2021 yılı Adalet İstatistikleri” ile önceki yıllara ait veriler birlikte değerlendirildiğinde iş mahkemelerinde açılan davalar ve lehe verilen karar sayıları şu şekilde:

(Kaynak: https://adlisicil.adalet.gov.tr/Home/SayfaDetay/adl-istatistikler-yayin-arsivi)

Bu veriler tek başına değerlendirildiğinde olumlu bir tablo ortaya çıkmakta ise de işin aslı maalesef öyle değil. İşçilerin açtığı davaların çoğunluğu lehe sonuçlanmaktaysa da bu tablonun farkında olan işverenler ve siyasi iktidar, iş kanunlarında değişiklik yaparak tepki çekmek yerine tabloyu kendi lehlerine çevirecek farklı bir yolu tercih etmekteler. Verilere göre, davalar işçiler lehine sonuçlansa da yıllar süren yargılamalar başlı başına işçiler açısından zarar sonucu doğuran nitelikte. Bir iş davası ortalama 1,5 - 2 yıl arasında sonuçlanırken, işverenlerin itirazları üzerine üst mahkeme olan istinaf mahkemelerindeki inceleme de en az 2 yıl sürmekte. Bu durumda işçilerin haklı oldukları durumda dahi alacaklarını tahsil edebilmeleri ortalama 3,5 - 4 yıllık bir zaman demek. Alacak tutarlarının yüksek miktarda olması halinde ise bu sürelere Yargıtay aşamasındaki temyiz incelemesi de eklendiğinde, sürecin toplamda 6 yıllık bir zamana yayıldığı görülmekte.

İşçilerin hukuken de haklı olduklarının tescillenerek hak ettikleri paraları tahsil etmeleri için bir de davalı olan şirketlerin bu süre zarfında batmamaları veya kapanmamaları da gerekiyor. Şirketlerin varlıklarını korudukları durumlarda ise işçilerin alacaklarının, dava süresi boyunca geçen yıllardan sonra yüksek enflasyon altında eriyerek paranın pula dönmesi sonucu ortaya çıkmakta. İş mahkemelerinde dava süresince alacak kalemlerine işleyen faiz oranları (yüzde 9 ile yüzde 26) da arasında değişmekte olup, ortalama 4 yıl süren bir dava göz önüne alındığında faiz oranlarının, gerçek enflasyonun neredeyse yarısı olarak ilan edilen resmi enflasyon (TÜFE) oranlarının dahi altında kalması sebebiyle işçiler zarara uğramakta.

İşverenler açısından ise dava süreçlerinin uzaması ekonomik anlamda yeni bir kar kapısına dönüşmüş durumda. İşverenlerin çalışanlarının tazminatlarını ödemeden işten çıkartıp, tazminat tutarlarını ise döviz yatırımıyla değerlendirdiklerini düşünelim. İşverenin yatırımda değerlendirdiği tazminat tutarındaki para, davanın bittiği 4 yılın sonunda 4'e katmış olmakta ancak işçiye mahkeme kararıyla düşük faizle ödeme yaptığı için yine kara geçmekte.

Davaların yıllarca sürmesi işçiler için ekonomik kayıp, işverenler içinse kazanç kapısına dönüşmüşken patronlara için bu sonuç bile yetersiz göründüğünden kendilerine yeni gelir kalemi yaratmak amacıyla arabuluculuk kurumunu yürürlüğe soktular. 2018 yılında yürürlüğe giren zorunlu arabuluculuk uygulamasına göre, iş hukukundan kaynaklanan uyuşmazlıklarda dava açılmadan önce zorunlu olarak arabuluculuğa başvurulması gerekiyor. Bu uygulamada, tarafsız üçüncü bir kişi olan arabulucunun huzurunda işçi ve işveren tarafları bir araya gelmekte ve aralarındaki “uyuşmazlığın” dava açılmadan anlaşmayla sonuçlandırılması hedeflenmekte.

Bu haliyle anlatıldığında masumane bir yöntem gibi görünen bu uygulamanın tamamen işçilerin aleyhine bir seçenek olarak yürürlüğe konulduğu bilinmeli. Bir tarafta emeği ve yasal hakları gasbedilen işçi ile o hakkı bizzat gasbeden işverenin, eşit güçler olarak kabul edilerek bir masa etrafında uyuşmazlığın çözülmesini beklemenin bizatihi kendisi sorunlu bir yaklaşım. Zorunlu arabuluculuğun yürürlüğe sokulmasındaki ve işverenlerin bu uygulamayı cansiparane savunmalarının temel nedeni ise “işçilik alacaklarını ne kadar az ödersek o kadar fazla kar ederiz” fikridir. Arabuluculukta işçilerin önüne sürülen temel argüman; “davaların yıllarca sürmesi ve bununla uğraşmak yerine hak ettiği tazminattan daha azını kabul ederek mahkemelerle uğraşmamak” olarak kodlanmış durumda. Kısacası, arabuluculuğu işverenin ödemesi gerekenden daha az ödediği, işçinin ise hak ettiğinden daha azını almaya zorlandığı bir faaliyet olarak özetlemek mümkün.

İşçilere yıllar süren davalarla ölümü gösterip, arabuluculukla sıtmaya razı etmeye çalışan sistemde arabuluculuk faaliyetleri incelendiğinde 2018 - 2022 yılları arasında  822 bin 735 işçilik alacağı ve işe iade davası başvurusunun arabuluculukta “anlaşma” sağlanarak davaya dönüşmediği görünüyor. (https://l24.im/hn9S). Aynı dönem içerisinde açılan dava sayısının da 870 bin 962 olduğu düşünüldüğünde, toplam bir milyon 693 bin 697 iş hukukundan kaynaklı uyuşmazlığın yarıya yakınında işçilerin yasal haklarından kısmen feragat ettikleri ve dava yoluna başvur(a)madıkları sonucu ortaya çıkıyor.

Hızla artan yoksullaşmanın önlenebilmesi, işçilerin yasal haklarının güvence altına alınması ve işverenlere yönelik çeşitli yaptırımlar uygulanması için acil yapılması gerekenleri ve talepleri üç başlıkta toparlamak mümkün:

1) Önleyici tedbirler:

* Başta İş Kanunu olmak üzere çalışma hayatına ilişkin kanunlarda düzenlemeler yapılarak; işten çıkartma gerekçeleri daha somut, objektif ve belirli hale getirilerek daraltılmalı.

* SGK’nın iş yeri denetimleri, etkili hale getirilmeli ve artırılmalı.

* Arabuluculuk uygulaması yürürlükten kaldırılmalı .

2) Yapısal tedbirler:

* İşe iade davalarında boşta geçen 4 aylık sürenin değil dava süresince boşta geçen tüm sürenin karşılığının ödenmeli.

* Kıdem tazminatı tavanı uygulaması kaldırılmalı.

* Yargılama usulünde yapılacak düzenlemelerle dava sürelerinin kısaltılmalı.

* Davaların hızlandırılması için mahkeme ve hakim sayısı artırılmalı.

* Mahkemelerin tüm resmi kayıtlara doğrudan erişimi sağlanarak, yazışma yoğunluğu azaltılıp süreç hızlandırılmalı.

* Dava masrafları asgariye çekilerek işçilerin üzerindeki ekonomik yük azaltılmalı.

3) Caydırıcı tedbirler:

* Dava sonunda haksız çıkan işverenlere caydırıcı miktarlarda para cezası verilmesi düzenlenmeli.

* Dava sonucunda işçiye ödenecek tutarların işveren tarafından gider olarak gösterilerek vergi borcundan mahsup edilmesi engellenmeli.

Emek örgütlerinin, siyasi partilerin ve işçi sınıfının buna benzer somut çözüm önerileri ile talepleri ortaklaştırarak gündemlerine alması, gerek iş yerleri ve meydanlarda gerekse ekim ayında açılacak Meclis'te siyasi iktidarı bu adımları atmaya zorlayacak ve çeşitli kazanımlar elde etmeyi hedefleyen bir mücadele hattını tartışmaya açmanın zamanı geldi de geçiyor.