İş cinayetlerinde bilirkişilik kurumu

“Muğla’nın Milas ilçesi Güllük beldesinde 17 Haziran 2013’te Akfen adlı inşaat şirketi tarafından işletilen atık su ve kanalizasyon istasyonunda arıza çıkmıştı. İlkin sorunu gidermek için, sonra da arkadaşlarını kurtarmak amacıyla birbiri ardına kuyuya giren yedi işçi zehirlenerek can vermişti. Mahkemeye sunulan raporda “İşletmenin faaliyete geçtiği günden itibaren iş güvenliği ile ilgili yükümlülükleri yerine getirmek zorunda olduğu ancak bu konuda hiçbir çalışmanın yapılmadığı” belirtildi. Zorunlu olduğu halde iş güvenliği uzmanı istihdam edildiği belirtilerek  şöyle denildi:  “Risk değerlendirilmesi ve analizi, acil eylem planı hususlarını yapmış veya yaptırmış olması gerektiği, yapılmadığı, risk minimizasyonu için alınmış olması gerekli önlemlerin alınmadığı, iş yerinde çalışma şartlarında değişikliklerin meydana geldiği zamanlarda dahi bunun gözardı edildiği...” Raporda, “İş kazasının, bir anlık ihmalin sonucu olarak değil uzun süre içindeki ihmaller zincirinin sonucu olduğu görülmektedir.”

“Buna karşın genel müdür ve işletme müdürü seçiminde yönetim kurulunun ‘makul özeni gösterdiği’ savunulup önlemleri almayan, dikkat ve özen göstermeyenlerin hatasından yönetim kurulunun sorumlu tutulamayacağı savunuldu. Dolayısıyla, geçmiş bilirkişi raporlarında suçlu bulunan ve haklarında dava açılan Akfen yönetim kurulu üyeleri İbrahim Süha Güçsav, Alon Moshe Yegnes, Yvo Josef Maria GeLeen ve Hüseyin Kadri Samsunlu ile İller Bankası ve Güllük Belediyesi yöneticisi ve çalışanı 17 kişinin kusursuz olduğu belirtildi.” (Radikal’den İsmail Saymaz’ın haberi)

Evet yine tartışmalı bir bilirkişi raporundan söz ediyoruz. Bilirkişilik kurumunun iş cinayetlerinin kabullenilmesinde ne kadar önemli olduğunun altını bu vesileyle çizmek istiyoruz…

Biraz uzun da olsa bu haberden yola çıkarak bu konuyu tartışalım biraz, yazı uzun demeyin, en azından indirip bir yere kaydedin, bu konuyu biraz ayrıntısıyla tartışmak gerek zira… 

Kazalar neden olur sorusunun yanıtını sıradan bir yurttaş, basın yayın organlarında sadece başlıklarını veya öne çıkarılan cümlelerini okuduğu bilirkişi raporlarından ve/veya bu raporlardan hareketle hazırlanan savcılık mütalaalarından edindiği eksik bilgiyle verir. Cinayet yerine kaza kavramının yeniden üretilmesi, işyerlerinde kaza ve meslek hastalıklarının ekonominin bir gerekliliği (maalesef!) olduğu ve çoğu durumda dikkatsizlik ve tedbirsizliğin (büyük oranda da işçilerin dikkatsizliğinin) buna neden olduğu sürekli yeniden üretilmektedir. Bu yüzden gerek mahkeme kararları, gerekse de bu kararların oluşmasında bilirkişi raporlarının bu yeniden üretim sürecinde çok ama çok ciddi işlevleri bulunmaktadır. Kamuoyuna açıklanan bu türden raporlar liberal ideolojinin üç temel sosyo-ekonomik kabülünü güçlendirir veya işçi lehineyse temelini zayıflatır. Bunlar riskin genel olarak doğal ve üretici etkinliğin kaçınılmaz bir sonucu olduğu, özel ekonomik etkinliğin (üretimin); kamusala oranla tercih edilir olduğu, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunun işçi ve işverenin ortak çıkarları olan, bir konsensusa ihtiyaç duyulan bir alan olduğu kabulleridir (Glasbeek ve Tucker, 1999: 72). Kimi durumlarda bu üç kabulden biri diğerlerine nazaran daha fazla öne çıkabilir. Söz gelimi son dönem Türkiye'de işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatının yenilenmesi sürecinde tüm "paydaşlar"ın görüşleri alınmakta, "önlemenin ödemekten ucuz olduğu" söylenmekte, kazasız ve meslek hastalıksız bir üretimin herkesin çıkarına olduğu vurgulanmaktadır. Kimi dönemlerde "özelleştirme" zorunluluktur denir, özelleştirmenin verimliliği ve üretkenliği artırdığı söylenir ve bunun da doğal olarak kazaların sayısını artırdığı, bunun doğal olduğu belirtilir. Her halükârda, zorunlu olan bir üretim ve maalesef bunun bir sonucu olarak ortaya çıkması kaçınılmaz "iş sağlığı ve güvenliği" riskleri vardır. Maalesef bilirkişi raporlarının veya mahkeme sonuçlarının bu argümanları yeniden ürettiği ve güçlendirdiği söylenebilir.

Öte yandan gerek soruşturma sürecinin izleyeceği yol, gerekse de bilirkişi raporlarının sonuçları, toplumsal mücadeleden, kamuoyu baskısından veya sermaye-hükümet tarafından gelen dayatmalardan bağımsız değildir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda, sınıf hareketi ne kadar duyarlı ve mücadeleciyse, çıkan kararlar ve hazırlanan bilirkişi raporları da o derece işçi lehine olur ve nitekim olmaktadır.

Keza soruşturma süreçlerinde iş müfettişlerinin bakış açısı, aldıkları eğitim, mesleki geçmişleri ve kuşkusuz bir parçası oldukları toplumdaki işçi sağlığı ve iş güvenliğine bakış açısı ve bu yeniden üretilen kavramlar kümesi oldukça önemlidir. Daha önce bu köşede sözünü etmiştik, kaza, neden sonuç ilişkisine dair verilen eğitimlerde ve yapılan yorumlarda 1931 yılından bugüne kadar Heinrich'in etkisi oldukça fazladır ve sonrasında ortaya konan kaza nedenselleştirme modelleri veya teorileri eğitim sistemine çok da girmemiştir. Bir başka ilginç bilgiyi ise Johnstone (2006: 213) vermektedir. Avustralya'da 1980'li yılların başına kadar müfettişlerin genellikle erkek mühendislerden seçilmekte olduğunu, bu mühendislerin genellikle de makina ve ekipmanla çalışan kişiler olduğunu söyleyen Johnstone, o yıllardaki geleneksel bakış açısının "tehlikeli makinalar", "makinalarda alınması gereken önlemler" ve benzeri hususlar olduğunu belirtirken, 1990'larla birlikte kaza sonrası kovuşturma sürecinin yaklaşık yüzde 90'ının "işveren"in genel sorumlulukları üzerinden yürütüldüğünü, bu yıllarda işe alınan yeni iş müfettişleri arasında kadınların da olduğunu ve çok farklı meslek gruplarından müfettişlerin işe alındığını, bu dönemden sonra kovuşturma sürecinde yüzde 40 ile "gerekli koruma sağlamayan makinalar"ın ilk sırada yer almasına karşın yüzde 15 ile yüksekten düşmeler (özellikle inşaat sektöründe) ve malzeme düşmesi sonucu ölüm-yaralanma (%8); elektrikle ilgili kazalar (%5) ve diğerlerinin giderek daha fazla incelendiğini söyler.

Kitabımda da altını çizdiğim üzere, Dodd'un saptamaları daha sağlıklı bir şekilde konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

"Soruşturma raporları bir felaketin kötü sonuçlarında kararsız bir rol oynar: ölümlere neden olan koşulları ortaya koyarken aynı zamanda kamuoyu hafızasında bu koşulları hafifleştirmeye çalışarak kapitalizm için güvenli hale getirir. [Bu soruşturma raporları] uzun süren soruşturma süreçlerinde benzer, hatta birebir aynı, işyeri ölümlerinin nedenlerini 'bulur', eğer var olan mevzuatın uygulanırsa kaza olmayacağı olgusuyla işi idare eder. İlgiyi şirketlerden ve mevzuatı düzenleyici yapılardan çevirip, bireysel yöneticilere, işyerinde denetimden sorumlu kişilere ve işçilere odaklar. Bazı işçileri 'kurallara uyan' ve 'dikkatli' olarak, diğerlerini ise 'tedbirsiz' olarak karakterize ederek, bireysel işçileri insan tipleri olarak karakterize ederek dayanışmaya bir kama çakma amacını güder.

(...)

Keza, kazada yaşamını yitirenlerin veya yaralananların aileleri kendi yakınlarının önce bir karakter tipi (dikkatsiz, tedbirsiz işçi, y.n) sonrasında ise bir istatistik olmasına karşı mücadele eder.

(...)

'İşçi işlerindeki riskleri gözardı etme eğilimindedir.' Sonuç olarak raporlar işçilerin şirketlerin daha fazla bürokratik olarak denetlenmesini ve izlenmesini talep eder. Bu yüzden raporlar bürokratik kapitalizmin genişletilmesini, bürokratik kapitalizmden kaynaklanan her sorunun çözümü olarak sunar." (Dodd, 2006: 268).

Bir katliam örneğinde bilirkişilik kurumu

Şimdi gelin, 5 farklı raporun sunulduğu bir iş cinayetini/katliamını birlikte inceleyelim. Beş farklı bilirkişi raporu hazırlanan Zonguldak'ta Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Karadon Müessese Müdürlüğü maden ocağının eksi 540 kodundaki patlama sonucu 17 Mayıs 2010'da 30 işçinin yaşamını yitirdiği grizu patlaması olayını inceleyip tartışmaya çalışalım.

Bu "felaket"in ayrıntılarına girmeden, kaza sonrası hazırlanan bilirkişi raporları arasındaki farklılıklara ve farklı bakış açılarına dikkat çekmek önemli. Kazanın ardından beş bilirkişi raporu hazırlanıyor. Grizu patlamasıyla ilgili hazırlanan 5 bilirkişi raporu ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu inceleme raporunda kazayla ilgili sorumlular arasındaki farklılık dikkat çekiyor. Bir raporda olayda önemli ölçüde kişileştirilmesi olanaksız olan kusurlar bulunduğu vurgulanırken diğerinde ölen mühendisler, bir başkasında işveren ve alt işveren, farklı bir raporda ise işveren ve alt işveren temsilcileri kusurlu bulunabiliyor.

Olayın ardından ilk olarak 23-24 Haziran 2010'da hazırlanan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu'nun 36 sayfalık inceleme raporunda, iş yerinde kontrol ve degaj sondajların yeterli düzeyde yapılmadığı, alev sızdırmaz aygıtların kapak cıvatalarıyla oynanmış olduğu, iyi sıkılmadığı ve alev sızdırmazlık özelliklerini kaybettiği, ocak içerisinde metan gazı yüzde 1,5'i geçmesine rağmen enerjinin kesilmediği ve ocak içerisinde çalışmalara devam edildiği ve sensörlerin gazların fiziksel özelliklerine uygun yerleştirilmediği gibi mevzuata aykırılıklar tespit edildi. Raporun sonuç ve kanat bölümünde ise olayda TTK'nın yüzde 30, Yapı-Tek firmasının ise yüzde 70 kusurlu olduğu, ancak kasıtlı olmadıkları kaydedildi. Oldukça teknik bir bakış açısıyla hazırlanmış bir raporla karşı karşıyayız ve "mevzuata uygun davranmama" nedensellik silsilesinin başlangıç noktasına yerleştirilmiş. Öte yandan Bülent Ecevit Üniversitesi'nden atanan bilirkişi heyetinin 27 Temmuz 2010'da hazırladığı 34 sayfalık raporda, olayda önemli ölçüde kişiselleştirilmesi olanaksız kusurlar bulunduğu vurgulanarak, işin taşerona verilmesiyle ilgili süreçte sistemin kusurlu bulunduğu, bunun oluşmasına katkısı ve etkisi olan TTK Yönetim Kurulu ile ilgili bakanlıklar ve diğer kurumlara kusur izafe edilebileceği belirtiliyor. Olayda yüklenicinin ve idarenin teknik elemanlarının kısmen kusurlu olduklarına işaret edilerek, bunun ortak bir denetim mekanizması kuramamalarından kaynaklandığı belirten raporda şu hususlar dikkat çekiyor:

''İdarenin elemanlarından dönemin Karadon Müessese Müdürü İsmail G. ile yapı denetim sorumlusu olarak görevlendiren Mustafa K., olay anındaki iş güvenliği ve eğitim şube müdür vekili Murat T. ile ondan önceki süreçte şube müdürlüğü yapan kişiler, havalandırma ve tozla mücadele baş mühendisi Vedat K.ile iş güvenliği baş mühendisi Kaya A; yüklenici Yapı-Tek firmasının temsilcisi Halim K., proje sorumlusu Maden Mühendisi Kadir İ. ve iş güvenliği uzmanı Ertekin S. kusurludur. Olayda kişiselleştirilemeyen kusurlar ve yaşanan büyük talihsizliklerin önemli ölçüde payı bulunmaktadır. Yukarıdaki isimler ortak kusurludur.''

Burada bir es verip, bazı hususları netleştirmek ve değerlendirmeye öyle devam etmek gerekiyor. Ceza davalarında kusur "kişilere" verilir ve bu kişiler tüzel kişiler değil özel kişilerdir ve mahkemeler bilirkişilerden özellikle, kusurun kişilere paylaştırılmasını talep eder. Söz gelimi siz herhangi bir şirketin yönetim kurulunu bütün olarak kusurlu bulduysanız ve yönetim kurulu 12 kişiden oluşuyorsa, kusur 12'ye bölünür. Bu söylenenlerin doğru olduğu iddia edilmemektedir, yalnızca Türkiye'de ceza mahkemelerinin işleyişi açısından bu bilgiler verilmektedir. Keza İş Teftiş Kurulu raporu da ceza mahkemesi için hazırlanan bir rapor olmayıp, idare hukuku açısından şirketlere idari ceza verilip verilmemesi ve sonrasında tazminat-rücuen tazminat davalarında Sosyal Güvenlik Kurumu'nun taleplerinde fikir vermesi açısından hazırlanmaktadır. Dolayısıyla elma ile armutu birbirine karıştırmamak gereklidir. Yukarıda belirtilen bilirkişi raporunda "işin taşerona verilmesiyle ilgili süreçte sistemin kusurlu bulunduğu, bunun oluşmasına katkısı ve etkisi olan TTK Yönetim Kurulu ile ilgili bakanlıklar ve diğer kurumlara kusur izafe edilebileceği" hususu ne kadar yerinde bir bakış açısıysa "yaşanan büyük talihsizliklerin önemli ölçüde payı bulunmaktadır" ifadesi de bir o kadar hatalıdır. Evet kişiselleştirilemeyecek hatalar vardır (mahkemeler bilirkişilerden kusurlu kişileri talep etse de); sistemsel bir sorun ortaya konulmaktadır, ama talihsizlik (Nova Scotia örneğinde de 'misfortune'-talihsizlik kavramı soruşturma raporlarına girivermektedir) dendiğinde bilimsellikten hemen uzaklaşılmaktadır. Bu ara bilgilerden sonra devam edelim;

ODTÜ'den 3 kişilik bilirkişi heyetinin 25 Temmuz 2011'de hazırladığı raporda da eksiklikler sıralanarak sözleşmenin uygulayıcısı davalı Yapı-Tek yüzde 70, TTK ise yüzde 30 kusurlu bulundu. Raporda, maden ocağında 13.15'ten patlamanın meydana geldiği 13.27'ye kadar metan gazının yüzde 4'ün üzerinde seyrettiği belirtilerek ''Son 12 dakikada patlama olasılığının çok yüksek olduğu bilindiği halde, nasıl bir çalışma yapıldığını, neden tüm ekipmanların durdurulup, acil kaçış planının uygulanmadığını anlamak mümkün değildir'' ifadesi kullanılmaktadır.

Mahkemeye sunulan 6 Eylül 2012'de iş güvenliği uzmanları, elektrik ve maden mühendisinin bulunduğu bilirkişinin 45 sayfalık raporunda, tutuksuz yargılanan TTK'dan ve yüklenici firmadan 28 sanık için cezai sorumluluk açısından herhangi bir kusur izafe edilemeyeceği belirtilerek, şunlar belirtilmektedir:

''Olayın meydan gelmesinde TTK ve yüklenicinin hizmet kusurlarının bulunduğu, mevcut dosya kapsamına göre hizmet kusurlarının kişiselleştirilmesi mümkün olmayan kusurlar olduğu, patlamada ölen iki mühendis ile ocak çavuş ve nezaretçilerinin de kusurlarının hizmet kusurlarından ve yeraltı şartlarının jeolojik yapısının tam olarak bilinmezliği nedeniyle kaçınılmaz faktörlerden ileri gelmiş olduğu kanaatine varılmıştır.''

Evet, eğer "kişiselleştirilmesi mümkün olmayan" kusurlardan, taşeron sistemini, sömürü sistemini, kapitalizmi suçlayacaksak kuşkusuz doğrudur. Karar verici mercide bulunan, bizzat finansal konularda, yönetsel konularda, bunların bir parçası olan işçi sağlığı ve iş güvenliği yönetimi ve finansmanı konularında söz sahibi olan, işin örgütlenmesini insan sağlığı ve güvenliği için değil kâr amacıyla örgütleyen kişi veya kişilere uzanılmalı, ara elemanlar, teknik uzmanlar kusur zincirinden uzaklaştırılmalıdır. Buraya kadar getirilecekse, "kişiselleştirmek" gerçekten de mümkün değildir. Ancak hemen artından "yeraltı şartlarının jeolojik yapısının tam olarak bilinmezliği", 1958'de Nova Scotia bölgesinde Springhill madenindeki ölümlerin ardından yazılan soruşturma raporunun hemen hemen aynısıdır ve tüm dünyada muhtemelen benzer sayısız rapor, bu ifadeleri kullanmaktadır. (Nova Scotia 1958, p.52).

İş güvenliği uzmanlarından oluşan heyetin 26 sayfalık sondan bir önceki bilirkişi raporunda ise ''İşin yürütülmesinden, çalıştırdığı işçilere karşı iş sağlığı ve güvenliği yönünden asıl olarak sorumlu olan alt işveren davalı sanık Halim K'nin birinci derecede, işveren vekili İsmail G'nin ise ikinci derece kusurlu olduğu kanaatine varılmıştır. Diğer sanıklar ve kazada yaşamını yitirenlerin kusuru bulunmamaktadır'' ifadelerine yer verildi. Galeri açma işini yürüten Yapı-Tek firmasının birçok yazısında hazırlık galerilerinde karşılaşılan zorluklar ve gaz içeriklerinin tespiti için uzun metrajlı sondaj yapılması gibi taleplerde bulunduğu belirtilen raporda, "Alt işveren Yapı-Tek firması ortağı ve işvereni Halim Köse uygulamacı olarak önlemlerin alınması, uygulanması ve denetlenmesini sağlamakla görevlidir. Patlamanın geldiği ocak birinci sınıf gazlı ocak olarak tanımlanmaktadır. Alt işveren firma çalışanlarının iş sağlığı ve güvenliği yönünden eğitim görmediği, iş müfettişlerinin raporlarında saptandığı gibi ana havalandırma hızının yetersiz olduğu, tali havalandırmanın uygun olmadığı, kontrol ve degaj sondajlarının yeterli düzeyde yapılmadığı, alev sızdırmaz ve elektrikli ekipmanların kablo girişlerinin uygun olmadığı, metan gazı yüzde 1,5'i geçmesine rağmen kesicilerin enerji kesmediği, gaz ölçümlerinin Yapı-Tek firması tarafından düzenli kayıt altına alınmadığı, işçilere yeterli sayıda ferdi kurtarıcı maske verilmediği, maskenin kullanılması yönünde denetimlerin yapılmadığı saptanmıştır. İş kazası olayında İsmail Güner ve şirket ortağı Halim Köse gözetim borcunu tam olarak yerine getirmemiştir. İş yasası ve tüzük maddelerine aykırı hareket eden davalı asıl işveren Güner ile şirket ortağı Köse, kusurludurlar" denildi.
Raporda ayrıca işveren ve taşeron firma arasında iş belirsizliği bulunduğuna dikkat çekilerek, şu ifadelere yer verildi: "Sorumluluk, yetki, iş tanımı anlamında bir belirsizlik ve kargaşa olduğu saptanmıştır. Çalışanların yetkisinin nerede başladığı, nerede bittiği, sorumlulukları, belli olmamaktadır. Asıl işveren ve alt işverenin çalışmaları sırasında sistemin doğasından kaynaklanan organizasyon kargaşası bulunmaktadır. Madencilik sektöründe işveren ve alt işveren ilişkinin kurulması, kaza olayında olduğu gibi mümkün olmamaktadır. Zonguldak kömür havzası jeolojisi, çalışma koşulları ve ekipmanı ile başka hiçbir bölgede olmayan kendisine has nitelikler taşımaktadır. Bu tür koşullar altındaki çalışmalarda ise olayımızda olduğu gibi işleyiş aksaklıkları olmaktadır. Ancak bu hizmet kusurlarını tek bir kişide somutlaştırmak ise mümkün değildir. Sorumluluk ve yetki anlamında uygulamada zorluklar olduğu için diğer sanıklar kusurlu değildir. Olayda vefat edenler aklı selim sahibidirler. Kaza olayında kusurları bulunmamaktadır."

Bu rapor, kapitalist iş örgütlenmesi ve taşeron sistemini teknik olarak ortaya koymakta, genelde kusur atfedilen teknik elemanları süreçten çekip çıkarmakta, dikkatleri karar verici mercilere çekmektedir. Mahkeme, daha önceki duruşmada İstanbul 7'nci Ağır Ceza Mahkemesi'nce hazırlanan 4'üncü rapora avukatların itiraz etmesi üzerine yeni bilirkişi raporu hazırlanmasına karar verir. Bunun üzerine İstanbul 7'nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından aralarında İş Güvenliği Uzmanı, Elektrik Mühendisi, Makine Mühendisi ve İnşaat Mühendisinden oluşan bilirkişi heyeti 15 Temmuz'da 22 sayfalık raporunu tamamlayarak Zonguldak Başsavcılığı'na sunar. Bu raporda, Yapı-Tek şirketinin ortağı Halim Köse 'asli' derecede kusurlu bulunurken, dönemin TTK Karadon Müessese Müdürü İsmail Güner 'tali' derecede kusurlu bulundu. Raporda, "Olayın bir iş kazası olduğu, taksirli eylem ile meydana gelen olayın 'Öngörülebilir-önlenebilir' bir olay olduğu, olayın meydana gelmesinde kaçınılmazlık unsurunun bulunmadığı, olayda başkaca kusurlu bulunmadığı, kimsenin kasıt unsur ve davranışının söz konusu olmadığı" yönünde görüş bildirildi. Bu raporda özellikle altı çizilen "kaçınılmazlık unsurunun bulunmadığı", "öngörülebilir-önlenebilir" vurgularının altı çizilmelidir. Şu ifadeler dördüncü raporda olduğu gibi tekrar edilmektedir:

“Kaza olayında alt işveren ve asil işveren arasında organizasyondan kaynaklanan hatalar bulunmaktadır. Asıl işveren ve alt işveren arasında yapılan yazışmalardan, dosyada yer alan ifadelerden ve dosya genelinde yapılan incelemelerden sorumluluk, yetki iş tanımı anlamında bir belirsizlik ve kargaşa bulunduğu saptanmıştır. Yeraltı koşulları, özellikle Zonguldak kömür havzası bölgesinde kendisine has nitelikler taşımaktadır. Bu tür koşullar altında çalışmalar ise olayda olduğu gibi işleyişte aksaklıklar olmaktadır. Ancak bu hizmet kusurlarını tek bir kişide somutlaştırmak ise mümkün değildir. Sistem birbiri ile iç içe geçmiş, sorumluluk ve yetki anlamında uygulamada zorluklar olduğu için diğer 26 sanık kusurlu değildir."

Biraz uzun ve tekrarlar içerse de, özellikle farklı raporlardan ifadelerin zikredilmesi önemlidir. Zira tam "ne güzel de yazmış" dediğiniz anda bir eksiklik canınızı sıkmakta, bir anda gerçek suçlular farklı yerlerde aranmaktadır. Ancak yine de, pek çok rapora nazaran özellikle son raporların vurguları yerindedir. Öte yandan bu ve benzeri "iyi" raporları belirleyen en önemli unsur, başta Zonguldak olmak üzere iş cinayetlerine karşı artan duyarlılık, mücadele ve yasal süreçleri takip ısrarıdır. Tekil işçi ölümlerinde bu ve benzeri "sistem" sorunlarına vurgu yapan bilirkişi raporları çıkmaması olağandır. Kamuoyunun ne kadar önündeyse ve ölümlerin hesabı ne kadar soruluyorsa, çıkan kararlar ve/veya bu kararlara baz teşkil edecek olan raporların içeriği değişmektedir.

Yine de yukarıda belirtildiği üzere raporların içlerine sızan tehlikeli ifadeleri tek tek vurgulamakta yarar bulunmaktadır:

- Kaza mahalinin kendinen has nitelikler taşımasına yapılan vurgu,

- Talihsizlik faktörünü öne çıkarma,

- Kusuru parçalara ayırma tek tek kişilere paylaştırma, iş örgütlenmesi bağlamında ele almama (dikkatsiz işçi, sorumsuz mühendis, emirleri gözardı eden teknik personel vs.);

- Yeraltı şartlarının jeolojik yapısının tam olarak bilinmezliği nedeniyle kaçınılmaz faktörlere vurgu yapma,

- Mevzuata uygunluğu ve eğitimsizliği gidermeyi kazaları önleyecek biricik faktör olarak vurgulama,

-Kişisel koruyucular vermeyi öne çıkarma,

Uzatmayalım, kuşkusuz bilirkişi raporlarının yapabileceği vurgular bir yere kadar olacaktır, kimse kapsamlı bir kapitalizm eleştirisi beklememektedir. Ama sürekli karşımıza çıkmasının sermaye ideolojisinin en teknik konularda bile nasıl yaşamımıza nüfuz ettiğinin bir göstergesi olarak kabul edilmesi gerek. Öte yandan daha önce yapılan bir vurguyu tekrar etmek de önemli, pozitivizm bizi salt teknik bir bakış açısına indirger ve her şeyi teknoloji ve mevzuata uygunlukla çözebileceğimiz noktasına taşır. Veya bir anda kendimizi "önlemek ödemekten ucuzdur" noktasında buluveririz. Yatırım kararlarının merkezi olarak alınması, bilim ve teknolojinin buna uygun bir şekilde planlanması, bu merkezi planlama çerçevesinde işin örgütlenmesi ve tüm bunların kâr olgusu için değil, toplum için gerçekleştirilmesi, buna uygun bir sistemin kurulması, kapitalizmin üretim tekniklerinden ve teknolojisinden uzaklaşılması... Bunların hepsi tartışılmalı, hepsi sorgulanmalıdır ve önümüzde ciddi bir tartışma, üretme alanı bulunmaktadır.

Kaynaklar

Dodd, S. (2006). Blame and Causation in the Aftermath of Industrial Disasters: Nova Scotia's Coal Mines from 1858 to Westray. Working Disasters-The Politics of Recognition and Response kitabı içinde, Editör: Eric Tucker, Work, Health and Environmen Series, Baywood Publishing Company, Amityville, Newyork.

Heinrich, H. W., 1931, Industrial Accident Prevention, McGraw-Hill, New York, USA.

Johnstone, R., (2006) "Courts Crime, and Workplace Disaster", Working Disasters-The Politics of Recognition and Response kitabı içinde, Editör: Eric Tucker, Work, Health and Environmen Series, Baywood Publishing Company, Amityville, Newyork.

Glassbeek, H. And Tucker E. (1999). Death by Consensus: The Westray Story. Editörlüğünü McCormick C.’nin yaptığı The Westray Chronicles kitabının içinde. Bu kitap Westray Maden Kazası ve sonrasını anlatmaktadır.

The Bump in Springhill No.2 Hükümet Soruşturma Dosyası (1958). Nova Scotia