İradecilik: Bir uyarı

Başlarken, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin görece daha anlaşılabilir, yorumlanabilir ve öngörülebilir döneminin 1945 ile 1990 arası olduğunu söyleyelim. 

Bu sonuca varırken özellikle iki noktadan hareket ediyoruz. 

Birincisi, bu dönemde kapitalist sistem, kendi merkezlerinin dışında dünyanın geri kalan bölümüne de birtakım “modeller” sunuyor, “paradigmalar” öneriyordu. Başka bir deyişle bu dönemde sistem, kimi teorik-akademik çalışmalarla da desteklenen bir evrensellik iddiası taşıyordu.   

Siyasal rejimler mi? Devreye Hannah Arendt, Karl Popper gibi isimler giriyordu. “Ekonomik Kalkınma” mı? W.W. Rostow azgelişmiş ülkelerin “geleneksel toplum”dan “ileri düzeyde kitlesel tüketim çağına” doğru hangi aşamalardan geçeceklerini bir güzel anlatıyordu. Bu arada Rostow’un kitabının  “Ekonomik Büyümenin Aşamaları: Komünist Olmayan bir Manifesto” başlığını taşıdığını da ekleyelim.

İkincisi, aynı dönemde kapitalist sistem insan hakları ve özgürlükler konusunda gene evrensellik iddiası taşıyan “üstyapısal” girişimlerde bulunuyordu. Her ikisi de 1966 yılında kabul edilen “Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” ile “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” Sözleşmesi” bu alana ilişkin genel bir çerçeve çiziyordu. 

Sonra?

Sonra kapitalist sistem aynı çabayı bu kez sosyalizm sonrası dünyada bir kez daha sergiledi: Bu kez “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” temel olmak üzere en gelişmişinden en azgelişmişine kadar tüm ülkeler “çoğulculuk”, “çoğulcu demokrasi”, “güçlü sivil toplum”, “katılım” gibi ilkeleri benimseyecek, herkes bu ilkelere bakıp hizaya gelecekti… 

1990-2000 dönemidir; kim ne kadar özlese, ah çekse bile geri gelmemecesine kapanmıştır. 

***

Bugün, bir dünya sistemi olarak kapitalizmin tanımlayıcı özelliği, öteden beri hep baş tacı edilmiş olan “sermayenin serbest dolaşımı” ilkesinin üzerine konacak, insan haklarını, özgürlükleri de içeren üstyapısal oluşumları artık fazla kafaya takmamasıdır. 

Artık “terörizm” var ya, ne yapılsa mubahtır. Az önce değindiğimiz, 1966 tarihli iki Sözleşme kişisel haklar ve özgürlükler konusunda bonkörken, örneğin istihdam, sosyal güvenlik gibi haklar söz konusu olduğunda “ülkelerin ekonomik gücüne ve imkânlarına göre” koşulunu getirirdi. Günümüzün özelliği ise şudur: Şimdi, kişisel haklar ve özgürlükler söz konusu olduğunda da “ülkelerin terörizme karşı mücadele öncelikleri” ve/ya da “yaşanan mülteci/göçmen krizinin gerektirdikleri”  gibi bahaneler rahatlıkla bulunabilmektedir.

Bugün, kapitalist sistem budur; ideolojik oluşumlardan söz edeceksek hepsi neo-faşizm başlığı altında toplanabilecek ırkçılık, yabancı düşmanlığı, iradenin yüceltimi, bilim düşmanlığı, akıl dışılık, mit/efsane üretimi, kültürel bağnazlık vb. ön plandadır.

“Akla ilk gelen” olması normaldir; ama hemen söyleyelim: Yaşanan durumun yeni bir “liberal dengeye” evrilip orada istikrara kavuşması mümkün görünmemektedir. İktisattaki “örümcek ağı” modelini bir kez daha hatırlatalım: Süreçler o malum liberal dengeye yaklaştırıcı değil oradan uzaklaştırıcı yönde gelişmektedir… 

***

Şimdi asıl önemli başlığa gelebiliriz. 

Az önce günümüz dünyasının özellikleri arasında “iradenin yüceltimini” de saymıştık. Sol, klasik ve neo-faşizmde önemli bir yeri olan “iradeciliği” kendisinin Leninizm kaynaklı iradeciliği ile karıştırırsa, “Onlarda varsa bizde de var” derse, çağın artık pre-modernizme dönüşen post-modern durumuna ayak uydurmaya çalışırken kendi köklerinden kopmuş olur.  

Solun iradeciliği mutlaka ve mutlaka aydınlanmayı, bilimi, aklı ve teoriyi temel almak zorundadır. Klasik ve neo-faşizmin iradeciliği ise iradeyi, özellikle siyasal iradeyi bunların hepsine baskın çıkan bir yere koyar. Bu anlamda, aydınlanmanın, bilimin ve aklın inkârı demektir. 

Dünyanın ve Türkiye’nin ihtiyacı gerçekten devrimdir.

Ama “Das Kapital’e karşı” değil…