İleri gidemeyen geride bıraktığına yanaşır

Tuncay Birkan’ın yeni kitabı (Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960, Metis) Yayınları 2019); konusuna 150’liklerin affıyla giriyor. 

150’likler, 1920 ile 1922 arasında Anadolu’daki milli mücadeleye karşı tutum almış kişilerdir. Bu kişiler, Sevr anlaşmasını imzalayanlardan Vahdettin’in maiyetine, İstanbul basınının kimi simalarından Kuvayı İnzibatiye komutanlarına, askerlerine ve Ankara karşıtı bürokratlara uzanan bir yelpazeye yayılır. Söz konusu kişiler için Ankara 1924 yılında önce sürgün kararı almış, ardından bu kişiler vatandaşlıktan çıkarılmıştır. 

1938 yılında, Cumhuriyet’in on beşinci yılı dolayısıyla 150’liklerın affına ve yurda dönmelerine izin verilmesine ilişkin karar alınması gündeme gelir. Karar alınır ve 1938 yılında 85 kişi kaldıkları söylenen 150’liklerin ülkeye dönüşlerine engel kalmaz. 

Tuncay Birkan, 150’liklerin affı ve geri dönüşü konusuna Refik Halit (Karay) odaklı yaklaşmaktadır. Kitabın “Bir Sürgünün Dönüşü” başlıklı birinci bölümü (s. 57-162) Refik Halit üzerinden örülmüştür. 

Birtakım sonuçlar çıkarmak mümkün görünüyor. 

***

Anlaşıldığı kadarıyla o yıllarda ülkede hatırı sayılır bir Refik Halit “lobisi” vardır. Yaşamının son yılındaki Atatürk’ü af konusunda ikna etmeye çalışan kişiler kendisine “yüreğini yumuşatacak” Refik Halit metinleri okutmaktadır (*).  

Uzatmadan, Birkan’ın yazdıklarından hareketle asıl konumuza gelelim. 

1938 yılı aynı zamanda Nazım Hikmet’in saçma sapan bir davadan 15 yıla hüküm giydiği yıldır. Dönemin başka komünistleri de içerdedir. Getirilecek af, TCK’ya 1936 yılında eklenen 141 ve 142’inci maddeleri kapsam dışı bırakacaktır. 

1938 yılında Nazım’ın haksız mahkûmiyetine karşı, daha sonra da affı için belki Refik Halit lobisinden daha etkili lobiler devreye girmiş, ancak hiçbiri sonuç alamamıştır. Çünkü rejim artık yüreğini eski “vatan hainleri” için yumuşatıp başkalarına karşı kin biriktirmeyi gerekli gördüğü bir döneme girmiştir: “Af kanunu Türk inkılabı önünde baş eğenler içindir, baş kaldıranlar için değil.” (Yeni Sabah gazetesindeki imzasız bir yazıdan aktaran Birkan, a.g.e. s.74) 

İşin püf noktası da buradadır. 

***

1930’ların sonu, gerçekten radikal kimi yönler taşıyan “Türk devriminin” yeni hamle mecalini büyük ölçüde yitirip bir “yerleşme-oturma” arayışı içinde olduğu dönemdir. Artık ortada, ne kadar “tek adam” olursa olsun Atatürk’ü de aşan bir “rejim” vardır. Bu rejim 1938 yılında “Atatürk sonrasını” düşünmekte, Almanya’ya ve İtalya’ya bakmakta, patlayacağından kimsenin kuşkusu olmayan yeni dünya savaşının hesaplarını yapmakta, bu arada içerde bir de “Dersim sorunuyla” uğraşmaktadır.  

Ve siyasette kural sayılabilir: Daha ileriye gitmeyen, gidemeyen, daha ilerisinden ve mevcut durumundan endişe eden,  bir zamanlar gerisinde bıraktıklarına yeniden yanaşır. 

150’liklerin affı da bu affın mimarlarının “bundan böyle bize (komünistler hariç) kimse zarar veremez” gibisinden böbürlenmelerine rağmen özünde budur. 

***

2010’ların sonuna gelen Türkiye… 

AKP’nin sonu ya da devamı…

Dışarıya bakıldığında görülen, otoriterliğin pirim yaptığı, karmakarışık, birincisi ve ikincisi gibi henüz olmasa bile sürekli savaş içindeki bir dünya… 

İçerde bir zamanların Dersim’ini aşan bir coğrafyaya yayılıp uluslararası karakter kazanan bir “sorun”… 

Peki, işin 150’likler kısmı eksik mi kalıyor?

Böyle bir Türkiye’de iktidarda kim olursa olsun, “imam” yaşıyor olsa da olmasa da malum cemaatle ya da onun çeşitli unsurlarıyla ileride bir “barışma” gündeme gelirse bizce şaşırtıcı sayılmamalıdır.  

“İnlerine gireceğiz” diyenler daha sonra “Girdik, pek de fena değilmiş” derlerse de… 

(*) Birkan’ın yazdığına göre asıl yürek yumuşatıcı metnin hangisi olduğu konusunda Yakup Kadri ile Falih Rıfkı ayrı metinlere işaret etmiştir (Tuncay Birkan, a.g.e. s. 65 dn). Bizce en iyisi Yılmaz Özdil’in Refik Halit’in tüm eserlerini okuyup Atatürk’ün yüreğini hangisinin yumuşatmış olabileceği konusunda bir karara varması ve bu konuyu kapatmasıdır.