İki Nehir Arasındaki Ülke: Kehanet ve yazgı

Ve o elini kuzeye karşı uzatacak

Ve Asur’u harap edecek.

Ninova’yı virane, çöl gibi kurak yer edecektir.

Onun içinde sürüler ve her türlü yaban hayvanı yatacak,

Saka kuşu ile kirpi,

Onun sütun başlarında geceleyecekler.

Pencerelerinde ötecekler:

Eşiklerde haraplık olacaktır,

Çünkü sedir tahtaları sökülecek. (1)

 

C. W. Ceram, Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler adlı kitabında roman tekniğiyle arkeoloji bilgisini harmanlayarak Eski Mısır, Yunan, Roma, Aztek ve Maya uygarlıklarının karanlıkta kalmış yanlarını anlatır. En çarpıcı bölümlerden biri de Mezopotamya ile ilgilidir.

Mezopotomya, Eski Yunan kaynaklarında “Mesopotamia”: İki Nehir Arasındaki Ülke olarak geçer. Ceram akıcı bir dille bizi tarihin eksik sayfalarıyla, yüzyıllar boyunca elinde asasıyla “Nehirler Ülkesi” (2) topraklarında dolaşıp duran “kehanet”le, taş üstünde taş kalmamacasına yok edilen “günahkâr kentler”in “yazgı”sıyla buluşturur.

Başta Tevrat olmak üzere “kutsal kitaplar” ve din merkezli anlatıcılar, Sodom ve Gomora’nın, Babil’in ve Ninova’nın maruz kaldığı şiddeti “sapkınlığın” yaygınlaşmasına karşı verilmiş bir “ceza”, bir tür Tanrı buyruğu olarak aktarmıştır. Oysa hikâye öyle değildir. (3) “Nuh Tufanı” denilen büyük felaket de Nuh tufanı değildir zaten, Nuh da Nuh Peygamber değildir. Nuh, Ur-Napişti’dir aslında. Ur-Napişti’nin düşüne girerek Tanrıların insanları cezalandıracağı uyarısında bulunan Tanrı Ea da Musa’nın Tanrısı zuhur etmeden binlerce yıl önce tanımlanmış bir Sümer tanrısıdır. Ve “Tufan”, Fırat ve Dicle gibi büyük nehir coğrafyalarında yaşanan şiddetli taşkınlardan birine yazgısal anlam yükleyen bir Sümer efsanesidir. (4)

Böyle olmakla birlikte, yazının girişinde alıntılanan “kehanet”; ölülerinin yabanıl köpekler ve çakallarca parçalandığı korkunç akıbetiyle Ninova’yı, görkemli asma bahçeleri baykuşların mekânına dönüşen Babil’i “suç ve ceza” ile ilişkilendirerek sırlı tabletlere kazımıştır. (5)

Silahlı peygamberlerin hep kazandığı, silahsız olanlarınsa kaybettiği “kutsal topraklar”da, kaybedenler için esaret, günahların kefaretini ödemekle eş anlamlı olmuştur. “Günahkâr kentler” ve insanlar, tarihin dehlizlerinde bir ibret vesikası olarak dolaştırılmış, yüzyıllar boyu krallar ve imparatorlar, padişahlar ve sultanlar yayılmacı siyasetlerini hep tek bir gönderme üzerinden açıklamışlardır: Tanrı!

Onlar Tanrı’nın buyruğunu yerine getirmiştir. Tanrı adına, Tanrı aşkına günahkâra, yoldan çıkmışa, küffara kılıç çalmışlardır. Kılıç, itikâtin emrettiği doğrultuda, “din sapkınları”nı yola getirmek adına hep hükümran olandan yana kıyama durmuştur. O’nun emrine -ki O’nun emri Tanrı Kralların, imparatorların, şehinşahların ve emîrü’l-mü’minînlerin emridir- karşı çıkanlar, “var iken yok, yok iken var eden”in yakıp yıkan benzersiz gazabıyla karşılaşmıştır.

Oysa ne Babil sakinleri ne de başka “uçarı ve ahlâksız kentler” inkârdan gelenlerden değillerdi. Babilliler de Tanrı’larına yakın olabilmek için görkemli tapınaklar inşa etmişti. Ülkenin dört bir yanı Ziggurat denilen çok katlı tapınaklarla çevrilmiş, buna rağmen Babil, “Büyük Fahişe” olarak anılmaktan kurtulamamıştı.

Neydi Babil’in günahı? Mezopotamya’nın bu “Büyük Fahişe”si ne yapmıştı da Tanrıların gazabı böylesine üzerine olmuştu?

Hiçbir şey! Babil’in, Ninova’nın ya da Mezopotamya’nın tek suçu topraklarının çok verimli olmasaydı. “Senenin on iki ayında” diyor Herodot, “Babil, Şehinşâh’ın ordusuna dört ayın erzakını verir. Asya’nın diğer ülkeleri ise sekiz ayın erzakını temin ederdi. Asur, erzak bakımından bütün Asya’nın üçte birine muadildi. Tanıdığımız bütün memleketler içinde buğdayı bu kadar çok olan yoktur. Buğdayı o kadar bereketlidir ki bire iki yüz, hatta mahsul çok iyi olduğu zaman bire üç yüz verir.”

Bereket! (6)

Mezopotamya, topraklarının bereketi nedeniyle tarih boyunca yabancıların iştahını kabartıp durdu. Yüzyılların aşındırıcı etkisiyle değişen yalnızca istilacı güçlerin adları oldu. Sümerler, Akadlar, Elâmlar, Asurlular, Babilliler, Persler ve diğerleri aynı zaman diliminde ya da birbiri peşi sıra hükümran oldular. Tuhaf bir yazgı yüzyıllar boyunca hükmünü sürdürdü. Bereketli toprakları korumak isteyen tüm krallar, kentlerinin etrafını surlarla çevirdiler, kanallar ve suni göletler aracılığıyla kaleleri tahkim ettiler ama sonunda kent hep “vahşî kuvvetler” tarafından ele geçirildi ve o andan sonra da korkunun kalesini beklemek onlara kaldı.

Mimarlığın ilk temellerinin atıldığı, matematiğin kurucusu ve yazının mucidi bu topraklar aynı zamanda akıl almaz bir şiddetin de ebedî ve ezelî sahnesi oldu.

Hâkimiyet, daha örgütlü bir cinayet mekanizması, daha örgütlü bir şiddet anlamına geliyordu. Siyasal içerikli bir genetik form olarak sonraya miras kalan şiddetin bu akıl almaz boyutunu Ceram, Asur krallarından Sanherib’e yer verdiği bölümde şöyle anlatır:

“Sanherib’in zalimce ölçüsüzlüğü, asî Babil’i bir kez daha yeryüzünden kaldırmaya karar verdiği zaman artık en yüksek noktasına varmıştı. Bunu modern Batı’nın II. Dünya Savaşı’nda “austradieren” (silip kazıma) ve “coventrieren” (ağır bombardımanla yerle bir etme) sözcükleriyle terimleştirdiği o eksiksiz biçimde yaptı. Kentin insanları teker teker öldürüldüler. Sokaklar ölülerden tıkandı, evler yakıldı. Esagila tapınağı ile kulesi Arakhtu kanalına devrildi. Sonunda su kente yönlendirilerek yollar, alanlar ve evler ovayla birlikte yerle bir edildi. Kralın gazabı kendi sınırlarını da aştı. Şehrin gerçekten yok edilmesi ona yetmiyordu. Burayı sembolik olarak da ortadan kaldırmak istiyordu. Babil toprağını gemilere yükletti, Tilmen’e dek yolladı ve orada rüzgâra savurttu.” (7)

Yakılan evler, üst üste yığılmış cesetler nedeniyle tıkanan sokaklar ve gemilere yüklenen toprağı uzak diyarlarda rüzgârlara savrulan Babil. Dehşetli, korkunç, belleksiz bırakmaya yeminli devasa bir yıkıcı şiddet...

Yakın geçmişte ve daha da yakın geçmişte “iki nehir arası ülkesi”nin yaşadığımız topraklara uzanan bölgelerinde ve daha aşağıda, eski Ninova’nın ve eski Babil’in yerine kurulan kentlerde benzer bir şekilde yerleşim yerlerinin yerle bir edildiği, insanların bire kadar kırıldığı dehşet verici onlarca, yüzlerce olay yaşandı. (8)

Bağdat, Kudüs, Gazze, Şeria, Palmira, Şırnak, Lice, Cizre, Sur... (9)

Muktedirler değişti, Tanrı’ya ve onun yeryüzündeki temsilcisine asi gelenler, “günahkârlar” değişti ama iktidarı elinde tutanın ikbalini, bekasını korumak adına uyguladığı şiddet hiç değişmedi.

Binlerce yıl boyunca iliğine kadar sömürülüp sağıldı iki nehir arası ülkesi toprakları, “nazlı seher sabah uykuları” korkunç atlıların nalları altında parça parça edildi. Her yeni gelen sonsuza kadar kalacağı yanılsamasıyla kendi tapınağını, sarayını inşa etti, tabletlere kendi adını kazıttı.

Ve bütün bunlar olurken adına tarih dediğimiz büyük anlatı her bir muktediri kendi zamanı içine gömerek akmaya, Fırat ve Dicle nehirleri de bereketli toprakları sulamaya devam etti.

Sanherib! Bu arada Sanherib’e ne mi oldu?

Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler kitabının ilgili bölümünde şu bilgi yer alıyor:

“... (Sanherib) en küçük oğullarından biri olan Asarhadon'u veliaht ilan etti. Gücünü kullanarak Tanrının kâhinini bu seçimi kabule zorladı. Bir çeşit imparatorluk meclisi topladı, buna Asarhadon'un büyük kardeşleri, Asur memurları ve halk kitlesi de katılmıştı. Onlara bu işe razı olup olmadıklarını sordu. Hepsi "evet" dedi. Fakat daha sonra büyük kardeşler, 681 yılının sonunda babalarına, Ninova Tapınağı'nda tapınırken saldırdılar ve onu öldürdüler. Sanherib'in sonu böyle oldu.” (10)

 

 

 

DİPNOTLAR

1. Zefenya (2, Ayet 13-15); Aktaran: C. W. Ceram, Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, Remzi Kitabevi, s. 214.

2. Beyt Nahrin: Mezopotamya’nın Süryanice adı.

3. Tekvin'de "işledikleri günahlardan ötürü gökyüzünden yağan ateşle yok edildiği" rivayet edilen Sodom ve Gomora’nın, Büyük Rift Vadisinde MÖ 1900'de meydana gelen bir depremle yok olduğu kabul edilir. Kitâb-ı Mukaddes'te sözü edilen kükürt ve ateşin, bölgenin jeolojik yapısını bütünüyle değiştiren deprem sırasında yeraltındaki petrol ve doğalgaz kaynaklarının patlayarak yanmasından kaynaklandığı varsayılmaktadır.

4. Tam da bu noktada, inanç temelli tarihin düzeltilmesi bağıntılı olarak insanlık otodidakt George Smith ve Austen Henry Layard gibi bilim insanlarına çok şey borçludur. Onlar sayesinde “bir başka Tufan” olduğu ve geçmişinin binlerce yıl öteye, Gılgamış efsanesine kadar uzandığı ortaya çıkmış, bir anlamda insanlık kendi tarihini “bilimsel” olandan hareketle yeniden kurmuştur.

5. Oysa bu bahiste de hikâye başkadır. Asurlular, “kutsal kitap”ta belirtildiği gibi İsrailoğulları’nın başına “Tanrı belası” olarak gönderilmemiştir; fetihçi devlet politikalarının doğal sonucu olarak İsrailoğulları’nın topraklarını istila etmişlerdir.

6. Tarihsel Mezopotamya’nın da içinde bulunduğu daha geniş bir bölge, insanlığın en eski kültürlerini temsil eden bereketli topraklara da göndermede bulunan bir vurgulamayla “Bereketli Hilâl” olarak adlandırılmaktadır. Ve tuhaf bir şekilde buğdayın yerine geçen enerji kaynakları nedeniyle bu kadim topraklar, emperyalist güçlerin iştahını kabartmaya devam etmektedir.

7. C. W. Ceram, Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, Remzi Kitabevi, s. 224. Sanherib (MÖ 705-681) Asur imparatorluğunun en kudretli ve en kanlı hükümdarlarından biriydi. Sarayı Musul'un karşısında, Dicle'nin öte yakasındaki Koyuncuk Tepesi’ndeki bir höyükte bulundu. Sanherib sadece zalimliğiyle değil modern diktatörlerin ilham alacağı uygulamalarıyla da ünlüydü. Hükümdarlığına soyağacını düzeltmekle başladığı, babası Sargon'u yadsıdığı ve kökenini Tufan'dan önceki krallara, Adapa ve Gılgamış gibi yarı tanrılara bağladığı; yaptığı işlerle ilgili oldukça abartılı söylevlerde bulunduğu, halkını inandırmak için sık ve büyük yalanlar söylediği kendisiyle ilgili anlatılarda kayıtlıdır.

8. Belleksiz bırakma, yeni bir bellek oluşturma operasyonlarının en vahimlerinden biri Sur’da yaşandı. Dönemin başbakanı Davutoğlu, 2016 Şubat’ında yaptığı açıklamada, bombalamalar sonucunda harabeye dönen Sur’un yeniden restore edilmesiyle ilgili olarak Toledo örneğini verdi. Alcazar de Toledo, İspanya İç Savaşı sırasında direnişin simgelerindendi. İki ay boyunca faşist Franco güçleri tarafından bombalanmış, yerle bir edilen kent iç savaş sonrasında yeniden kurulmuştu.

9. Günümüz Irak devletinin Ninova eyaletini bir dönem merkez üs olarak kullanan, arkeolog Halid Esad’ın kafasını Palmira’daki müze önünde kesen, iki Türk askerinin yakılması ve Guantanamo turuncusu tek tip elbise giydirdiği esirlerin kurşuna dizilmesini videoya çekerek yayınlayan, aynı dönemde "size öyle şeyler yapacağız ki, çocuklarınızın saçlarına ak düşecek" diyerek İngiltere’yi tehdit eden IŞİD’i bu tarihsel şiddetin en korkunç uygulayıcılarından biri olarak not etmek gerekir. Yine aynı dönemde, IŞİD’in Nineveh Arkeoloji Müzesi’nde bulunan Mezopotamya bölgesinde yaşamış uygarlıklara ait binlerce yıllık heykel, kabartma ve diğer eserlere büyük çapta zarar verdiği, tarihin bir ironisi olarak ayrıca kaydedilmelidir.

10. C. W. Ceram, Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler, Remzi Kitabevi, s. 224.