İki kuşaktan iki yönetmenin yeni filmleri

İki hafta önce bu köşede 35’inci İstanbul Film Festivali’nin başladığı hafta “festivale inat edercesine veya onu yoksayarcasına” 11 filmin vizyona girmiş olduğunu kaydetmiştim. Açıkçası festivalin bitmesinin üzerinden bir hafta geçmiş olmasına karşın bu hafta da yine 11 film vizyona girdi ve bunlardan yedisi yerli yapım. Haftanın filmleri içinde gerek eleştirmenlerin gerekse sinemaseverlerin üzerinde en çok durduğu yapım, Zeki Demirkubuz imzalı Kor ancak haftanın belki en “iyi” değil ama en ilginç ve en seyredeğeri filmi ise İslamcı bir gencin “canlı bomba” oluş öyküsünü perdeye getiren Yolculuk.

Devrimden Sonra’nın (2011) genç yönetmeni Mustafa Kenan Aybastı’nın yeni çalışması olan Yolculuk, Bağımsız Sinema Merkezi yapımı. Despot ve muhafazakar bir babanın hükümranlığındaki bir çekirdek ailenin ferdi olan Mehmet, semtindeki İslamcı bir cemaate dahil olmuştur ve bir yandan ailesindeki ve sosyal çevresindeki kişilerin İslami duyarlılıklarını yetersiz ve iki yüzlü görmekte, diğer yandan kendisi de ailece işlettikleri tatlıcıya komşu olan eczanedeki (başı açık, çalıştığı yerde Validebağ direnişi menşeili bir takvim asılı olan) genç bir kadına platonik bir aşk beslemektedir. Mehmet’in bu kadınla yakınlaşma çabası hem kendisinin kadın-erkek ilişkilerindeki deneyimsizliğinden kaynaklı tutukluğu, hem de son tahlilde İslami kurallara bağlılığı dolayısıyla sonuçsuz kalır. Ve sonuçta adeta hayata küsen Mehmet, “Suriye cihadına” katılmaya karar vererek cemaatindeki “abisine” bu amaçla başvurur. Ancak Mehmet’in nefsine hakimiyetine ve buradan hareketle imanının gücüne güvensizlik duyan sözkonusu “ağabey” onu başka bir “göreve” önerecektir.

Yolculuk’un özellikle Mehmet’in eczacı genç kadına duyduğu ilgiye odaklanan ilk yarısı oldukça etkileyici ve Mehmet’in iç dünyasında kopan ama dışarıya vurmamaya çalıştığı fırtınayı izleyiciye geçirecek şekilde yansıtmayı başarıyor. Örneğin Mehmet’in bu genç kadınla ilk randevusunun sonunda ve ikinci randevusundan sonra gösterdiği aşırı tepkiler tamamen bu çelişkili ruh dünyasının anlaşılır sonuçları olarak tezahür ediyor. Filmin ilk yarısının tek handikapı ise genç oyuncu kadrosunun tümünün makul düzeydeki yetkin oyunculuk performanslarının yanında ironik biçimde deneyimli oyuncu Cezmi Baskın’ın fazla teatral görünümlü, dozunu biraz kaçırmış abartılı performansı. Aybastı kamerasını aileye çevirdiğinde not defterindeki “filmde olması gerekenler” listesini mekanik ve yapay biçimde perdeye getirir görünürken, doğrudan Mehmet’e odaklandığında ise bir senaryo gereği rol yapan oyuncuların izlendiğini unutturacak düzeyde izleyiciyi kendine çekiyor, bağlıyor.

Yolculuk ikinci yarıda perdeye gelen İslamcı terör hücresini ise kayda değer bir sahicilik içinde yansıtırken bu kez Mehmet’i finalde alacağı radikal karara götürecek olan iç dünyasındaki hesaplaşma, ilk yarıda arzuladığı kadına dair yine iç dünyasındaki çelişkilere oranla pek aynı yoğunluk ölçüsünde hissedilemiyor. Ancak yine de Yolculuk genelde birbirine benzer filmlerin oluşturduğu birkaç öbekten ibaret duran Yeni Türkiye Sineması içinde ayrıksı ve ele aldığı konunun altında ezilmeyen bir film olarak belleklerde yer etmeyi başarıyor (*).

Demirkubuz’un Kor’u

Vizyona girmeden önce Istanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde ilk kez izleyici karşısına çıkmış olan Kor ise sinemamızın önde gelen bir yönetmeninin yeni ürünü olmasının ötesinde özel bir nedenle de merakla bekleniyordu: Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun (2008) adlı filminin,  Zeki Demirkubuz’un Ceylan’la bir sohbet esnasında paylaştığı bir film projesinin öyküsünü temel aldığı sinema kulislerinde uzun bir süredir konuşulan  bir iddiaydı ve Kor’un da zamanında kadük kalmış bu projenin yıllar sonra yaşama geçirilmesi olduğu söyleniyordu. Yıllar önce iki yönetmen arasında gerçekte ne yaşanmış olduğunu bilecek durumda değiliz ancak Üç Maymun ile Kor’un öyküleri arasındaki benzerliğin, kocası Üç Maymun’da hapiste, Kor’da ise yurtdşında olan dar gelirli bir kadının varlıklı bir erkekle ilişki yaşadıktan sonra kocanın çıkıp gelmesinden ibaret olduğunu, bu giriş faslından sonra her iki filmin öyküsünün aslında farklı yönelimler sergilediğini not edelim.

Kor’un sıkça eleştirilen yönü uzunluğu. Şahsen 145 dakikalık filmi izlerken ne “zamanın nasıl geçip aktığını anlamadığımı”, ne de “zamanın bir türlü geçmek bilmediğini” söyleyemem. Demirkubuz sineması bağlamında sınıfsal farklılıkların anlatı içinde kaydadeğer yer tuttuğu bir film olma özelliğini taşıyor Kor. Pek çok Demirkubuz filminde olduğu gibi Kor’da da yine çok iyi yazılmış ve çok iyi oynanmış karakterler sözkonusu. Örneğin özellikle öykünün merkezindeki kadın ile varlıklı erkek arasındaki diyaloglarda her iki karakterin de ağızlarından çıkan repliklerin ardında söylenmemiş hangi güdü, motivasyon ve beklentilerin olduğunu neredeyse tedirginlik verici biçimde hissediyor, anlıyorsunuz. Kor’da Demirkubuz sineması adına yepyeni ve taze bir çıkış beklemek ise öyküsünün tasarlanış tarihi itibariye belki de zaten yersiz bir beklenti.

 

(*) Bu arada geçen hafta İstanbul Film Festivali’nin yarışma sonuçlarının açıklandığı gün vizyona girme talihsizliği yaşayan Kar Korsanları’nın da 12 Eylül dönemini bir grup çocuğun gözünden aktaran çok başarılı bir çalışma olduğunu kaydetmek isterim.