İki dönem üst üste

İnsanın yaşadığı çağı ya da belirli bir tarihsel dönemi yaşarken adlandırması pek kolay değildir. Kolay olduğunda ise bu adlandırmaların genellikle teknolojiye referans yaptığını görürüz: “Enformasyon çağı”, “dijital çağ” gibi…

Bir tarihsel dönemi çeşitli yönleriyle tanımlayan adlandırmalar ise o dönem kapandıktan sonra yapılabiliyor. Hükümdarlıkları uzun sürenler işi kolaylaştırabiliyor. Örneğin İngiltere’de Kraliçe Victoria 63 yıl tahtta kalmıştır ve bu ülkede 19. yüzyılın ikinci yarısı “Victoria Çağı” diye bilinir. Bizde, Osmanlı sona doğru yaklaşırken II Abdülhamid dönemi 33 yıl sürmüş, bir tarihsel kesit de onun adıyla anılmıştır.

Bu tür örnekleri geçersek, Marksist tarihçi E. Hobsbawm 20. yüzyılı iki ucundan kesip kısalttıktan sonra elde kalanı (1914-1991) “aşırılıklar çağı” olarak tanımlamıştır.

Hobsbawm’ın “kısa yüzyılının” bitiminden günümüze uzanan 30 yıl içinde yaşananlar neye işaret ediyor? Daha doğrusu, herhangi bir yöne işaret ediyor mu? Bugün için “adlandırma” denemeleri yapılabilir mi?

Bizce 30 yılın ardından dünyanın bugün geldiği nokta özel olarak ve kalın çizgisiyle belirli bir yöne işaret etmemektedir ve içinden geçtiğimiz döneme bugün genel kabul görecek anlamlı bir ad bulmak da mümkün görünmemektedir.  

Ancak, durum böyle diye işin peşini tamamen bırakacak değiliz.

Adını koymasak, yönünü belirlemesek de neyi yaşadığımızı anlama açısından birtakım karşılaştırmalara gidebiliriz.

***

Konunun başka boyutlarını bir kenara bırakıp daha genel anlamda bir “tarihsel kesit” tanımı yaparsak görebildiğimiz şudur: Bugün dünya, 19. yüzyılın ilk yarısının (1800-1850) 20. yüzyılın ilk çeyreği (1900-1925) üzerine “bindiği” bir dönemden geçmektedir.

Fotoğrafçılıkta iki ayrı görüntünün birbiri üzerine bindirildiği durumlar gibi düşünün…

Dönemlerden ilki, 1789-93 dönemi ardılı “burjuva demokrat” ve “devrimci demokrat” hamlelerin damgasını taşır. İkincisinde ise, bir tarafta Rusya’daki başarılı olmak üzere kapitalizmi aşma hamleleri, diğer tarafta ise Türkiye’deki başarılı olmak üzere modernite öncesinden moderniteye sıçrama çabaları söz konusudur.

Burjuva devrimler döneminin kapanmış, burjuvazinin her kesiminin devrimci barutunu çoktan tüketmiş olması, kapitalist toplumlarda ancak “demokratik” denebilecek yeni taleplerin ve yönelimlerin ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez. Kapitalizmin özellikle son 30-40 yıl içinde yarattığı eşitsizlik ve adaletsizlikler, doğrudan sosyalizme yönelmeyen, karşılığının köklü bir dönüşüm olmaksızın da alınabileceği düşünülen tepkiler ve talepler üretmektedir. 

Evet, içerik 19. yüzyılın ilk yarısındakilere göre çok farklılaşmış olabilir; ama sonuçta bunlar da “demokratik” tepkiler ve taleplerdir. Dolayısıyla, eski ve doğru bir tespite düzeltme olmasa bile ek gerekmektedir: Sosyalizm, burjuva devrimlerin eksik bıraktığı görevleri tamamlamanın yanı sıra, kapitalizmin yeniden ve yeniden ürettiği, doğrudan kendi “görev tanımına” girmeyen sorunları da devralır…

***

Bu durumda, 19. yüzyılın ilk yarısının demokratik tepki ve taleplerinin, yenilenerek, çeşitlenerek ve zenginlik kazanarak 21. yüzyılın ilk çeyreğinin “üzerine yıkıldığını” söylemiş oluyoruz. Gelgelelim, bu yükü taşıması gereken günümüzün sosyalist özneleri 20. yüzyılın ilk çeyreğiyle kıyaslandığında daha cansız ve silik bir görüntü vermektedir.

Oysa içinden geçtiğimiz döneme “yığılan” demokratik tepki ve talepler, sosyalist öznelerin yeniden canlanması, güç kazanması ve etkili olması açısından son derece elverişli bir ortam sunmaktadır. Örneğin Türkiye’de mevcut tepki ve taleplerin gerçek karşılığı, en demokratı ve liberali dâhil düzen içi herhangi bir aktörün yapabileceklerinin çok ötesine geçmektedir.

Son 200 yıl içinde, demokratik tepki ve talepleri tümüyle geride bırakıp salt “sosyalist” tepki ve talepler üzerinden gerçekleşen, başarılı ya da sonuçsuz kalmış tek bir sosyalist devrim girişimi olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır.

***

İki görüntüyü üst üste bindirdik.

Daha eski olan görüntünün önemi küçümsenmemeli. Yaşadığımız dönemde sosyalistler kendi görevleri için bakacak yer, ders çıkaracak kaynak arıyorlarsa, bunlardan biri mutlaka Marx ve Engels’in sözünü ettiğimiz dönemi değerlendirdikleri 1850 tarihli “Hitap” olmalıdır (Merkez Komitesi’nden Komünist Ligaya).

En son cümlesiyle birlikte:

Savaş narası Sürekli Devrim olmalıdır…