İhtiyarlara yer yok

Son zamanlarda (devrimci) gençlerin ağzında sık dolaşan bir laf oldu sanki. Ya da bana öyle arkadaşlar denk geldi. Esin kaynağı Coen biraderlerin filmi olabilir ama mesele onun ötesinde gelişip serpiliyor. Düşünsel, siyasi, psikolojik ve hatta ekonomik boyutlarıyla irdelenmeyi hak ediyor. 

Her şeyden önce, yer yok mu gerçekten de ihtiyarlara? Haklı mı bunu söyleyenler? Bir bakıma öyle. Engel oluyorlarsa gelişmenin, ilerlemenin önünde, gençlerin delifişek öne fırlamasını kesiyorlar, dönüşümü frenliyorlarsa, pek de yer olmayabilir kendilerine.

İyi de ihtiyar kim?

Yaşla, bedensel yıpranmayla, sağlık sorunlarıyla gelen doğal kısıtlara takılmazsak; düşünsel/duygusal (ruhsal!) olana baktığımızda, öğrenme tutkusu ve sevincinin yitip yitmemesiyle, merakını koruyup geliştirmekle, yeniliklere açıklıkla, üretip paylaşmakla vb. ilgili bir mesele gençlik ve ihtiyarlık aslında. Öyle bilip yaşıyoruz/yazıyoruz Nâzım’dan, Zweig’dan, Balzac’tan beri.

Öğrenme sevincinizi yitirdiğinizde, merak ve tutkularınızın peşinden gidemediğinizde, hayalgücünüzü ve eleştirel aklınızı kışkırtan kitapların içine dalmadığınızda, sınırsız müzikal evrende her gün yeni seslere/şarkılara açılmadıkça, birikenleri farklı biçimlerde üretime dönüştürüp paylaşmadıkça vb. vb. ihtiyarlayıp gidiyorsunuz işte.

Bu anlamda genç ihtiyarlar da var orada burada. Mücadelesiz ot gibi yaşayıp gidenler bir yana, mücadelenin içinde olanlar arasında da okumayan, dinlemeyen, üretmeyen ve habire pinekleyen. Kantin de olur, iş de, solcu kahvesi de, ev de... rutinin dışına çıkacağı pratiklerle genişlemeyen...

Genç yaşta içi geçmişler, biat ettiği otoriteler tarafından oyalana oyalana içi geçirilmişler, ihtiyarlığın bir başka biçimini yaşıyorlar özetle.

“Epey bir okudum, artık okunacak, dinlenecek, öğrenecek yeni bir şey kalmadı” diye “donup kalma” dönemleri olabiliyor bazen de. Kısa süreli bir duraksama olursa büyük bir sorun yok da, uzun süreli bir konaklama olursa feci. Yanlış bir varsayım çünkü, yok öyle bir “yalayıp yutma, bitirme gücü”...

Genç yaşta ot gibi yaşama koşulları yüzünden ihtiyarlaştırılan çoğunluğun durumuna girmiyoruz. Otobüste, metrobüste, minibüste, vapurda sürekli uyuklayan, uyuşan, cep telefonundaki oyunlara dalan kardeşlerimizi uyandırmak için her yaştan gençlerin onlara somut/canlandırıcı seçenekler göstermesi gerektiğini hatırlatıyoruz. Ve Hikmet Kıvılcımlı’yı: Uyarmak için uyanmalı, uyanmak için uyarmalı…

Kendi kendimize düştüğümüz ihtiyarlık tuzakları var bir de. Toplantılar mesela. Uzun, sıkıcı, bitmek bilmez toplantılar. Gençliğini yerler insanın. Elbette gerektiğinde her şey sonuna kadar tartışılacak, olanca açıklık, şeffaflık ve katılımla neticeye kavuşturulacak da kendi sesini sevenler, sözlerini habire belagat yetenekleriyle ya da sakız yaparak uzatıp duranlar (bir türlü durmayanlar!); incir çekirdeğini doldurmayacak konularda saatlerce ıcığına cıcığına varıncaya kadar konuşup insanın ruhunu daraltanlar, siyasetin basit denklemlerine atom fiziği muamelesi yapanlar, herkesin hemencecik uzlaşabileceği konularda bile temcit pilavlarını pişirip pişirip önümüze koyan içi geçmiş abiler, ablalar, kardeşler vb. ne olacak? Tabii ki ihtiyar olacak! Sade, hızlı, kısa, özlü, açık, pratik, somut, duru... olanlar da genç işte...

Çok kestirme oldu böyle. Uzatalım. Uzun uzun ama tatlı tatlı anlatan bazı “ihtiyarlarımız”ı ayrı tutmak lazım yine de. Konuşurken değil, susarken yorulanları! Ömür boyu biriktirmişler, dilleri şişmiş, bir defada önünüze dökecekler belki de. Özellikle yılların tecrübesiyle gençlere uzanan edebiyatçılar, sanatçılar, eski tüfekler... kitap gibi onlar, ansiklopedi gibi… dinleyip öğrenmeli, öğrenme sevincinden gelen gençliği onlarla yeniden üretebilmeli. 

Bu noktada tecrübe, güngörmüşlük, olgunluk, birikim gibi ağır kavramları bırakalım şimdilik. Öğrenme sevincini yitirmemişlerin deneyimlerinden/birikimlerinden de sevinçle öğrenebilme, bir yandan yazarken onları da kitap gibi okuyabilme, genç kalırken gençleştirme olarak bakalım.

Meselenin bir de gerçekten “yaş alma”yla, “işgücü piyasası”yla/sömürü sistemiyle ilgili yönleri var. Ekonomik tıkanıklıkla. “İşgücü piyasası”ndaki durum, geçmişle kıyaslandığında feci ve giderek daha da fecileşiyor. Zira, sosyal güvenceler geriler, emeklilik yaşı ilerlerken, gelecek kaygıları, belirsizlikler ve güvensizlik artıyor.

Bu noktada da, “ihtiyarlara yer yok”tan çok, “ihtiyarlarla dayanışma” önem kazanıyor.

Sistem bu noktada haliyle “dayanışma”yı değil, “birbirine düşürme”yi tercih ediyor. (İnsan insanın kurdu ve de ihtiyar gencin, genç de ihtiyarın!) Çünkü öbür taraftan genç işsizliği de yükseliyor, bunlar arasında diplomalı olanların oranı – her şehirde açılan ama nitelikli eğitim vermekten kilometrelerce uzak olan üniversitelerin de yardımıyla – artıyor. Haliyle “orta yaşlı, deneyimli işgücü”yle çekişmeleri ve gerilimleri de artıyor.

İstihdam kapasitesi ortada, daha ucuz emek için basınç ve işsizler ordusunun “tehdidi” de öyle. Özellikle kadın çalışanlara erken yaşta emeklilik hakkı tanıyarak “koruyabilen” sistem artık bu tür hakları da ortadan kaldırıyor. Kapitalizmin merkezlerinde, belli iş türleri, örneğin “çağrı merkezleri” vb. ihtiyar nüfusa açılırken, Türkiye’de işsiz gençlerin rekabetiyle bu alanlarda da “ihtiyarlara yer” kalmıyor. Kuşaklar arası çatışma görünümlü bir tür “sınıf içi mücadele” işte! Neticede, bizi bölüp birbirimize düşman etmek için, bu sistem harika işliyor dostum…

*

Son olarak konunun psikolojik cephesinde, orta ve üst yaş bunalımlarının anlatımında, aynı zamanda “insan araştırması” olan edebiyat giriyor tabii ki devreye. Hermann Broch’un en ileri yaş düzeyinde ölümle ve mülkiyetle hesaplaşmasını iki yıl önce yazmıştık. Tekrar etmeyelim.

Broch kadar “ağır” olmasalar da J.M. Coetzee’nin “Utanç”ından (giderek yitiyor mu haz ve iştaha?) C. Fuentes’in “Artemio Cruz’un Ölümü”ne (başta başka türlü kararlar versem, nasıl bir yaşam olurdu acaba?) P. Auster’in, N. Mailer’in birçok romanına uzanıncaya kadar, orta yaş bunalımı yaşayan kahramanlarla dolu dünya.

Son dönemde, kahramanlarının yaşı da yaşımıza denk düşen ikisini daha okumuş olduk tesadüfen. Saul Bellow’un “Günü Yaşa”sında, yanlış tercihler yapmış, bir türlü dikiş tutturamamış orta yaştaki kahramanın orta sınıf katmanlardan aşağılara doğru düşüşü ile Christopher Isherwood’un “Tek Başına Bir Adam”ındaki kahramanın direnci, ihtiyarlara yer olup olmadığını bir kez daha aklımıza getirdi.

“Hırs, pişmanlık, kara duygu; orta yaşın dirimi bunlar” diye kendine yüklenen, “yarışma dışı kalma”ya, “yaşına göre davranma”ya, kaderine boyun eğmeye, zihnin istedikleriyle bedenin yapabildikleri arasındaki gerilimlere, terslik ve huysuzluklara vb. dalıp çıkan birçok tartışma…

Tüm tartışmaların, tasvirlerin detayına girmek mümkün değil tabii ama netice hep benzer:

Onca gerilim arasında; mücadele ve direniş, okuma ve öğrenme sevinci, merakla hep yeni ve ileri olanı arama tutkusu, üretme ve paylaşma erinci, ben artık şarkı söylemek istiyorum diyen çıkışlar vb. vb. yoksa, yer mer de yok her yaştan gence ve ihtiyara...