İdeolojik mücadele ve felaket tellallığı

Önceki yazımızda solun “bütünlüklü bir ideolojik kurguya” ihtiyacı olduğunu söylemiştik. 

Şimdi düşünelim: “Reisin” ve yandaşlarının orada burada söylediklerine laf yetiştirme gayreti bir ideoloji kurgusunun dışa yansıyan işareti midir yoksa bir tür refleks mi sayılmalıdır?

“Lozan hezimeti”, “ayaklar baş olmaz”, “camiler ahır yapıldı”, “kutsal mekânda içki içildi”, “bakın, grevlere izin vermiyoruz”, “komünistler havalimanı istemez”, “dünya düzdür” gibi şeyler söylenecek ve biz de bunlara ayrı yerlerde duran, birbirinden kopuk bilgi depolarımıza başvurarak yanıtlar vereceğiz…

Bu, “ideolojik mücadele” olmadığı gibi aslında bir yerde karşı tarafın istediği şeydir.

Hiç yapılmasın demiyoruz, sadece bununla gitmeyeceğini söylüyoruz.

Karşı tarafın ideolojik etkisi bizce bilinçli bir eklektizmden kaynaklanmaktadır. Dinsel duyarlılıklar, batı karşıtlığı, elit düşmanlığı, vesayet edebiyatı, Avrasya flörtleri, yerine göre halkçı-plebyen söylemler, “racon kesmeler” vb. bu ülkede Cumhuriyetçi-sol birikimin hep yumuşak kalmış noktalarına yöneliktir. Hedefi bulmakta olduğunu da söyleyebiliriz. Pek gelişigüzel sayılamayacak bu salvolar karşısında sol hemen seferberlik başlatmakta, her söyleme onun kendi yalıtık alanı içinde “hak ettiği” yanıtı yetiştirmektedir.

Ve döngü böyle devam etmektedir.

Açık konuşmak gerekirse solun ideoloji alanında bu tür bir mücadeleyle yetinmesi, kendi içine hitabın pek ötesine geçmemekte, en fazla insanlara “Sahi ne kadar kötüler” dedirtmektedir. Herhangi birinin, örneğin Erdoğan’ın söylediklerinden ve AKP’nin icraatından hareketle yılın 365 günü eleştiri yazısı yazması mümkündür.

Böyle yapıp sonra “İşte ne güzel, teşhir ediyoruz” mu diyeceğiz?

***

Birbiriyle bağlantılı iki noktayı vurgulamak istiyoruz.

Birincisi: Bir ideoloji kurgusunda mutlaka pozitif önermeler olmalı, dahası bu pozitif yanlar negatif yanlara ağır basmalıdır.  Şunu demek istiyoruz:  Sabah akşam Türkiye’nin ne hallere düştüğünü, başımıza daha neler geleceğini, sonraki musibetin öncekini aratacağını, Türkiye’yi çok karanlık günlerin, belki de bir “iç savaşın” beklediğini söyleyerek, yani salt bunlarla ideolojik mücadele yapılmaz.

Felaket tellallığı ideolojik mücadele değildir. İdeolojik mücadele diyorsak, bunlardan çok daha fazla vurgulanması gereken, rejimin elindeki tüm olanaklara rağmen neyi yapamadığı, neleri başaramadığı (ve başaramayacağı) olmalıdır.  İlkinde “Sonumuz hayırlı olur inşallah” dışında pek bir şey söylememiş olursunuz; ikincisinde ise onların yapamadıklarından hareketle bizim yapabileceklerimize ilişkin bir mesaj verir, özgüven tazelersiniz…

İkinci nokta ise, ilkiyle bağlantılı olarak, “ideoloji etkisi” diyebileceğimiz bir durumla ilgilidir. İnsanın “kötü” saydığını aynı zamanda “değiştirilemez” olarak görmeye başlaması böyle bir etkidir. “Kötü sayma” derecesi ne kadar ilerlerse değiştirilemezlik yanılsaması da o kadar derinleşir ve yoğunlaşır, insan kendini o kadar çaresiz hissetmeye başlar.  Bu durumda ideolojik mücadele mesaisinin yüzde 80’ini “rejimi teşhir” amaçlı kötülükler ve olumsuzluklar seçkisine ayıranların bununla insanları motive mi ettiklerini yoksa tersine “değişmezlik” inancının pekişmesine yardımcı mı olduklarını düşünmeleri gerekir. 

***

Kim ne derse desin son yılların bilançosu olarak elimizde Gezi, 7 Haziran 2015 ve son referandum vardır.

Bizim taraf, Türkiye’nin geleceğini ve bu bağlamdaki ideolojik söylemini, pozitif önermelerle yüklü olarak bunlardan hareketle yapılandırmalıdır. Sonra, her tür ideolojik mücadelenin asıl etkisi ve hedefi de unutulmamalıdır: İnsana, basbayağı “özne olduğunu”, isterse ve katılırsa değiştirebileceğini hatırlatmak…

O zaman, insanımızı “Artık bu ülkede yaşanmaz” noktasına itecek analizlerin mi yoksa ona “Ben de bu ülkeyi sizin gibilere bırakırsam namerdim” dedirtecek söylemlerin mi “ideolojik etki” açısından daha değerli olduğunu hepimiz düşünelim.

Son olarak, unutmayalım: Bu ülkede gerçekleşecek önemli herhangi bir siyasal değişikliğin, bu değişiklik henüz düzen içi kalsa da, ideoloji planında çarpan etkisi olacaktır.

Başka her şey bir yana, insanlarda “Demek değişebiliyormuş” inancını besleyip onlara “özne olma” nosyonunu kazandıracağı için…