İdeoloji alanındaki derin boşluk

Bir sınıfın, kendi çıkarlarını toplumun bütününün çıkarları olarak göstermeye çalışmasına ideolojik mücadele adını veriyoruz. 

Sınıflar bu amaçla, toplumsal alanda düşünce dünyasını etkileyecek düşünsel kodları belirlemek üzere faaliyette bulunuyorlar. Basın-yayım alanı, akademi, kültürel alan, din kurumu, insanların “bilgi”ye ulaşmasını hızlandıran ve kolaylaştıran internet vb. kanalların tamamı bu amaçlarla kullanılıyor. Yeni yetişen kuşakların dünyayı ve kendilerini algılama biçimlerini yönlendirmek için eğitim ve eğitim kurumları, aile ortamı ideolojik mücadelenin hedef tahtasında bulunuyor. İnsanların bir arada bulundukları, birbirleriyle iletişim kurdukları alanların tamamı ideolojik girdilerden etkileniyor.

İdeolojik mücadelede dil ve söylem de çok önemli…

Sınıfın temsilcilerinin kapalı bir dille mi konuştukları, yoksa toplumsal alanın bütününe seslenen bir dile mi sahip oldukları, bunu sağlayacak bir söylem mi geliştirdikleri, bizzat ideolojik mücadele tanımına içkin bir sorun. Sınıfınızın çıkarlarını toplumun bütününün çıkarları olarak gösterebilmek bir ikna yeteneğini gerektiriyor.

Geniş kitleler sizi duyacak. Yani duyabilecekleri mesafede olacak, bunu sağlayan kanallar geliştireceksiniz.

Yalnızca bu yetmiyor. O kanalları kullanırken sarf ettiğiniz sözcükler, kullandığınız dil, dinleyici tarafından anlaşılacak.

Bu da yetmiyor. Dinleyiciyi ikna etmeniz gerekiyor.

İşte, ideoloji kavramı bu nedenle, politik mücadelenin dili ve söylemiyle iç içe geçmiş durumda.

SİYASET-İDEOLOJİ İLİŞKİSİ

Bir genel kuralı daha hatırlatarak devam edelim.

Yukarıda ideolojik mücadele bakımından saydığımız bütün unsurların etkili ve verimli kullanımında özellikle devlet aygıtının yarattığı olanaklar büyük önem taşıyor. Devleti yöneten, şiddet kullanma ve para basma tekellerini elinde bulunduran, ülke kaynaklarını idare etme ehliyetine sahip, yasama, yürütme ve yargı organlarının işleyişini belirleyen iktidar ve iktidardaki sınıf ideolojik mücadelede de her zaman bir (birkaç) adım öndedir.

Bu nedenle, toplumda egemen olan ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir, diyoruz.

Şimdi çok kısaca ideolojik mücadele-siyasi mücadele ilişkisine girelim.

Yukarıda egemen sınıf açısından, devlet ve iktidar olanakları bakımından siyasi gücün ideolojik mücadele üzerindeki önemini görmüş olduk.

Peki, sömürülen sınıf açısından da siyaset belirlenimli bir durum var mıdır? Bu soruya çok farklı yanıtlar verildi. Ama özellikle tarihin belli bir aşamasında ciddi bir kırılma yaşandığını söyleyebiliriz.

Birinci Dünya Savaşı’nın ve 1929 Ekonomik Krizi’nin ardından Avrupa’da faşizmin yükselişini kırılma noktası olarak tespit edebiliyoruz. O zamana kadar, yaklaşık yüz yıl boyunca genel olarak işçi-emekçi sınıfların sol-sosyalist siyaset tarafından temsil edildiği bir dönem yaşanmıştı. Ancak belki de ilk defa, geniş emekçi yığınlar üzerinde başka bir ideolojik-politik hat egemenlik kurdu. Nasyonal sosyalizmin, faşizmin emekçiler arasındaki etkisi, sosyalistler ve komünistler arasında yeni bir tartışmayı beraberinde getirdi. İşçi sınıfının ve sınıfın siyasi temsilcisinin politik etkinliğini artırmanın ön koşulunun giderek ideolojik mücadele olduğu tezi yaygınlaşmaya başladı.

Bu konuya burada derinlemesine girecek değilim. Elbette farklı dönemler, farklı öncelikleri beraberinde getiriyor. Her dönem için geçerli olan, ideolojik mücadele ile politik mücadelenin birbirlerini bütünleyen bir ilişki içerisinde olması gerekliliği. İdeolojik mücadelede geri kalan bir politik öznenin geniş kesimleri bir dünya görüşüne ikna kabiliyetinin çok düşük olacağını söylemek mümkün.

Ancak bir konuda net olabiliriz. İdeolojik mücadelenin, politik mücadeleye göre öncelikli olduğu durum tanım gereği asla genel doğru olarak sunulamaz. Politik güç, toplumun ve sınıfın ideolojik belirlenimi bakımından esastır. İstisnai dönemler, anlar, genel kuralı bozamaz.

İÇERİYLE-DIŞARIYLA İDEOLOJİK MÜCADELE

Bir meseleye daha değinip geçelim.

Sosyalist-komünist özneler, işçi sınıfının çıkarlarının toplumun bütününün çıkarları olduğunu anlatmak için çabalarken, bir de “içeriden” sorunlarla karşılaşırlar. Aslında sömürücü sınıfların çıkarına olan tezleri, emekçilerin çıkarınaymış gibi sunan kimi “sahte sol-sosyalist özneler” ortaya çıkar. İdeolojik mücadele derken bu alanda verilen kavga da ihmal edilmez.

Ancak, bu ikincil olması gereken kavganın şiddetlendiği ve birincil hale geldiği dönemler genelde sınıf mücadelesinin zayıfladığı dönemlerdir. Ve tersinden, sol-sosyalist ideolojinin meşruiyet kazandığı ya da güçlendiği her dönem, işçi sınıfının ve politik temsilcilerinin sermaye düzeni, onun politik aktörleri ve somut politikalarıyla mücadele ettiği, sermaye sınıfı tarafından bırakılan boşluklarda sosyalist ideolojiyi toplumsal ölçekte etkili kıldığı dönemlerdir.

Türkiye’de sosyalist ideolojinin Kurtuluş Savaşı döneminde ve 1960’larda güçlenmesinin başka bir açıklaması olamaz. Dünyadan da bir dizi örnek vermek mümkündür.

BUGÜNDEN GELECEĞE

Yukarıdakiler bugünü ve geleceği anlamak, yol haritasını nasıl belirlememiz gerektiğini bulmak üzere yazıldı.

Şimdi bu noktayı biraz daha derinleştirmeye çalışalım.

1. Egemen sınıfın ideolojisi, evet, her dönem toplumdaki egemen ideolojidir. Öte yandan, dünyada ve Türkiye’de belli dönemlerde, egemen sınıfın ideolojik üstünlüğü, işçi sınıfının ideolojik mücadelede çok geri mevzilerde tutunmasına neden olacak denli baskındır. Faşizmin ya da neoliberalizmin yükseldiği dönemler çok belirgin iki örnek olarak gösterilebilir. Bu iki dönemde de sermaye sınıfı temsilcilerinin politik kazanımları, ideolojik baskınlığının önünü açmış; politik başarısızlıkları, yenilgileri veya zafiyetleri de bu baskınlığın seyrelmesine, sermaye sınıfının ideolojik mevzilerinin gerilemesine neden olmuştur. Şu anda egemen sermaye sınıfının; sınıfı baskılayacak, hareketsiz bırakacak ölçüde bir politik başarı ve ideolojik üstünlük içerisinde olmadığını söyleyebiliriz. Sermaye sınıfı küresel ölçekte, bir ideolojik salgı yayamamakta, toplumları ve işçi sınıfını ikna edecek bir bütünsellik ortaya koyamamaktadır.

2. Sermaye sınıfı hem Türkiye’de hem de dünyada, iktisadi krizine ve iktisadi krizinin beraberinde getirdiği toplumsal krizi çare bulamamaktadır. Üretimsizlik, emekçilerin karşı karşıya olduğu ağır borç yükleri, güvencesiz çalışan ya da çalışmaya zorlanan geleceksiz kitleler... Düzen, bu ortamın yarattığı dinamizmi dizginleyecek yollar bulmaya çalışmaktadır. Bu öyle bir krizdir ki; yoksulları, niteliksiz emeği zaten etkilemekte, ancak sermaye sınıfı açısından esas rahatsız edici yanı, sınıf atlama, yükselme, iş yaşantısında dikey yönde mobilizasyon beklentisi olan görece eğitimli kesimleri arayışa sürüklemektedir.

3. Özellikle ülkemizde ve bölgemizde, yukarıda sayılan faktörlere, sermaye sınıfının uzun yıllar yatırım yaptığı dinci gericiliğin de eklenmesi gerekir. Dinci gericiliğin palazlandırılması, bugün, bir dizi soruna neden olmaktadır. Kontrol edilemez uçlar vermekte, geleceksiz milyonların bağlanacağı bir damar haline gelmekte, bu yönüyle sermaye sınıfının kimi bölmeleri açısından dahi rahatsızlık yaratmaktadır. Öte yandan yukarıda saydığımız arayış içindeki kesimlerin önemli bir bölümü için de karşısında harekete geçilecek, düzeni sorgulamaya neden olan bir olgu olarak ortada durmaktadır.

4. Türkiye’de gerici, üretmeyen yani gücünü üretmekten almayan, zorbalaşan, zenginleşen, emperyalizmin bölge politikalarında görevlendirilen ve daha sonra oluşan boşluklarda dans ederek güçlenen, bu dansı ve karakteri ile bir bütün olarak Türkiye’nin geleceğine dönük bir vaadi olmayan bir sermaye türü ve bunun politik temsilcileri devrededir. Sermaye sınıfının ve politik temsilcilerinin bu türüne karşı yine aynı sınıfın içinden yükselen itirazlar, ne ilericilik ve özgürlük, ne üretkenlik ve kalkınma, ne geleceksizlik ve güvencesizlik, ne de Türkiye’nin geleceği bahsinde ikna edici bir tez ortaya koyabilmektedir.

5. Türkiye’de Haziran, işte bu sıkışmışlığın yarattığı en ciddi patlamalardandır. Bu patlamanın dinamikleri ve yarattığı siyasal-toplumsal tablo, yani bizzat Haziran’ın kendisi; AKP’nin Meclis’teki muhalefetini, örneğin güvencesiz çalışma, taşeronlaşma, kaynakların kullanımı, laiklik, özgürlük gibi başlıklarda daha fazla söz söylemeye itmiştir. Ancak çok yapısal nedenlerle, CHP ve HDP yukarıdaki talepleri karşılayabilecek ve oluşmuş boşluğu doldurabilecek özneler olamazlar. Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, HAZİRAN’ın taşıdığı dinamikler, onun rasyonalitesi, temsil ettiği değerler ve talepler karşılanmış olmayacaktır.

6. Yukarıda düzenin yaşadığı ideolojik krize değinmiştik. Bu kriz, kimi sol görünümlü aktörler devreye sokularak da aşılmaya çalışılabilir. Bu bakımdan, elbette dikkatli, tedbirli olmak şarttır. Bu yöndeki uyarıların, çizmeye çalıştığımız genel değerlendirmenin bir unsuru olarak görülmesi doğrudur. Dönemin dinamikleri ve yarattığı alanlar söz konusu olduğunda; tedbirlilik vurgusu, politik etkinliği zayıflatıcı bir aşırılık olarak algılanmamalıdır.

7. İdeolojik alanda ve popüler politik söylemde;

- Halkçı, adalet isteyen, dayanışmacı bir tonun ağırlık kazanması;

- Türkiye’nin kaynaklarının kimin çıkarına kullanıldığını sorgulayan, üretimi ve kalkınmayı arayan bir dilin geliştirilmesi;

- Özgürlük ve laiklik yakınlaşmasından korkmayan, bu alanlarda mücadele eden, mücadele eden kesimlerle etkileşime giren, onları adalet, eşitlik, emek gibi değerlere yakınlaştıran bir zeminin zorlanması;

- Türkiye’nin, Türkiye’yi bugüne taşıyan ilerici değerlerin kavgasının verilmesi, bağımsız ve kardeşçe yaşanan bir Türkiye özleminin temsilciliğinin üstlenilmesi

gerekmektedir.

8. Liberal, ulusalcı, devrimci demokrat, şu bu sol, bu bütünlüğün ancak kimi bölmeleri üzerine söz söyleyebilme ehliyetine sahiptir. Bu durum, düzenin bıraktığı boşlukla birlikte düşünüldüğünde, sola dönük en ağır saldırının yaşandığı bir dönemden geçtiğimiz tezinin, objektif olarak solu iktidardan ve ideolojik-politik güçten uzaklaştırmaya hizmet ettiği unutulmamalıdır.