Hükümeti “sütle devirme suçu”

Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir hukuk düzeninde hükümetin istifasını veya erken seçimi istemek suç değil aksine en temel siyasal haklardandır.

Hükümetiyle, mahkemeleriyle, polisiyle yıllardır süre gelen Gezi düşmanlıkları bitmek tükenmek bilmiyor. Ne kötülük yaparlarsa yapsınlar ne yalan söylerlerse söylesinler asla gölge düşüremedikleri büyük ayağa kalkışı, her seferinde ceberut devlet pratiğiyle bastırma peşindeler. Geziye dair ilk yargılama pratikleri eylemlerin azalmasının hemen peşi sıra başlamıştı. Gerek eylemlere katılan binlerce kişiye açılan davalar gerekse “elebaşı” gördükleri Taksim Dayanışmasına açılan davaların neredeyse tamamı beraatla sonuçlandı. Tarihin en haklı, en meşru eylemliliğini karalamak için ve “bir daha asla yaşanmasın” diye korku salmak adına yapılan yargılamalar elbette boşa düşecekti.  “Gezi parkı yıkılmasın” şiarıyla başlayan ve “özgürlüklerimize dokunma” diyerek her türlü baskıya karşı itirazların yükselmesiyle devam eden bu haykırışın herhangi bir şekilde kriminalize edilmesi söz konusu olamazdı.

Taksim Dayanışması bileşenleri hakkındaki ilk dava 2013 yılında açılmış ve 2015 yılında beraat ile sonuçlanmıştı. Bu davada dilediği sonucu alamayan iktidar boş durmamış ve 2018 yılında bu sefer yüzden fazla kişinin gözaltına alındığı yeni bir soruşturmayla operasyon düğmesine basmıştı. Bu operasyonda bir önceki davada beraat eden Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve Can Atalay aynı suçlamalarla bir kez daha gözaltına alındılar. Bu sefer Taksim Dayanışması ile sınırlı kalmayan gözaltılar halen de tutuklu olan Osman Kavala ve birçok ismi daha barındırıyordu. Büyük bir operasyon izlenimi verilen bu soruşturmada, Gezi eylemlerini “kriminalize” göstererek 17 kişi hakkında “hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevini engellemeye teşebbüs” suçlamasıyla yeni bir iddianame düzenlenerek yargılama yapıldı. Yargılama sonucunda ikinci kez verilen beraat iktidarı o denli kızdırdı ki beraat eden ve hakkında tahliye kararı verilen Osman Kavala yeni bir soruşturma bahane edilerek tahliye edilmedi. Devam eden süreçte ise önce beraat kararı üst mahkeme olan istinaf mahkemesinde “bozuldu” hemen sonrasında da Çarşı davası Yargıtay kararıyla bozulduktan sonra Gezi davasıyla birleştirildi. Operasyonun büyüğü tam da bu noktada yapılan yargısal müdahaleyle ortaya çıkmış oldu.

Birleşme kararının sonrasında Çarşı dosyası yeniden Gezi dosyasından ayrıldı ve dosya savcısı on iki gün gibi kısa bir sürede 72 sayfalık mütalaasını hazırladı. Siyasi iradenin beklentilerini fazlasıyla karşılayan mütalaada Osman Kavala ve Mücella Yapıcı’nın “Hükümeti ortadan kaldırmaya veya görevini engellemeye teşebbüs” etme suçundan, diğer yargılananların ise bu suça yardım ettikleri iddiasıyla cezalandırılmaları istendi. Hukuksal bir belge olmanın ötesinde distopik içerikli bu mütalaa özetle Mücella Yapıcı’nın Gezi hareketine liderlik ettiğini, Osman Kavala’nın bu hareketi finanse ettiğini ve geriye kalan 15 kişinin de yardımıyla toplam 17 kişinin hükümeti devirmeye teşebbüs ettiklerini ileri sürmekte.

Bu görüşün hukuki bir izahını bulmak mümkün değil ancak siyasi irade açısından yeni bir tarih yazımının belgesi olduğu da muhakkak. Dünya ve Türkiye siyasal yaşamına dair savcılığın üzerine vazife olmayan konulardaki değerlendirmelerini içeren bu belgede yapılan tarih okumasının ve kendi tarih yazımlarını kaleme almaları bakımından siyasi tarihimizde önemli bir yeri olacak. Arap Baharı güzellemesiyle başlayan bir paragraf, Gezi sürecinin de bu sürecin bir yansıması ve uyarlaması olduğu şeklinde devam ederken, Gezi'nin yansıdığı şeyi inkar ettiğini ve bu sürecin de 15 Temmuz ile devam ettiği varsayımıyla bir “darbe”-“kalkışma” anlatımıyla ilerliyor.

Politik değerlendirmelere devam eden mütalaada bir yandan Taksim Dayanışmasını “terörize” eden savcılık, diğer yandan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dayanışma üyeleriyle yaptıkları resmi görüşmelere de atıf yapıyor. Hükümet sözcüsünün “yargı süreci tamamlanıncaya kadar Gezi Parkı’yla ilgili herhangi bir tasarrufta bulunulmayacağı, yargı süreci sonrası yapılacak halk oylaması ile parkla ilgili nihai kararın verileceği, bu sebeple eylemcilerin eylemlerinden vazgeçmeleri” açıklamalarına da yer verilen değerlendirmeler sonrasında tarih yazımında hızına alamayan savcılık; “28 Mayıstan itibaren Türkiye Cumhuriyeti 61. Hükümeti’ni yıkmak amacıyla ülke genelinde şiddet eylemlerine girişen eylemciler, geçen yaklaşık 1 aylık sürede başarıya ulaşamayınca eylemlere katılım sayısında azalmalar başlamış, bunun üzerine eylemleri organize eden sanıklar eylemlerin devam etmesini sağlamak amacıyla “şiddetsiz eylem” olarak niteledikleri “duran adam”, “piyano çalan adam” gibi eylem yöntemlerine başvurmaya başlamışlardır. Böylelikle eylemlerin meşru ve şirin gösterilerek bir vitrin görüntüsü oluşturulması ve toplumsal algıyı bu yönde güncelleyerek eylemlere desteğin artırılması planlamışlardır." Okumasıyla toplumsal eylemleri tasniflemeyi de unutmuyor.

Distopik kurgu elbette bunlarla da sınırlı kalmıyor ve bir adım daha ileri giderek 17 kişinin hangi “silahlarla” hükümeti devirmek istediğini de detaylı olarak açıklıyor. Bu suçun oluşması için pek tabi ki cebir, şiddet unsurunun ve elverişli silahların kullanılmış olmasının gerekliliğinin farkında olan savcılık şu tespiti yapıyor; “Gezi Kalkışması'nda eylemcilerin polisle çatışmaya girerken kullandıkları gaz maskesi, gözlük, süt…” Dünyada gözlük ve süt kullanarak hükümeti devirecek ilk isyanı örgütledikleri ileri sürülen sanıkların bu “silahlarla” halkı isyana teşvik ettikleri dışında başka bir silah argümanı ve suçlaması da bulunmuyor. Yazdığı metinde bütünlüklü bir okuma yapmayı “atlayan” savcılık, önceki paragrafta yazdıklarının sonrakilerle birlikte değerlendirince ne anlam ifade ettiğini de umursamıyor. Anlatılan hikâyeye göre 17 kişi olan sanıklar hükümeti sadece gözlük ve süt kullanan göstericilerle birlikte yıkmaya karar veriyor ancak eylemlerin ikinci haftasında hükümet “işlenen onca suça” rağmen Taksim Dayanışması temsilcileriyle görüşüyor ve taleplerini kabul ettiğini belirtiyor.

Gerçeklikle tüm bağını yitirmiş olan ve ne pahasına olursa olsun yargılananların cezalandırılması için uğraşan bu zihniyet, belgenin son kısımda gerçeklikle bağ kurmak vesilesiyle bir takım sayısal verilere de yer verirken “1’i polis birçok vatandaşımızın hayatını kaybetmesi” satırıyla asıl niyetini ortaya koyuyor. Koşarken düşüp yaşamını yitiren polis memurunun neden öldüğünü de, “birçok vatandaşımızın” hayatını polis saldırısı sonucunda yitirdiğini de yazmaktan imtina eden bu zihniyetin tek derdi hükümetin temenni ve taleplerini karşılamak üzere siparişle hazırlanan bu metnin bir an önce mahkeme onayıyla resmileşmesi.

Mütalaanın sonu ise savcılığın gerçeklikle en fazla buluştuğu ve belki de üzerine en fazla konuşulabilecek esas kısım olarak karşımıza çıkıyor. Lafı yeterince uzattıktan sonra “Sanıkların, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasını Engellemeye Teşebbüs ettikleri, oluşan bu ortamda dış ülke örneklerinde olduğu üzere en iyi ihtimalle hükümeti istifaya ve erken seçime zorlamak istedikleri” cümlesi her şeyi özetler nitelikte. Hükümeti istifaya ve erken seçime zorlama eylemlerinin suç teşkil ettiği tezini ortaya koyabilmek için yapılan onca laf kalabalığının nedenini anlamakta elbette zorlanmıyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir hukuk düzeninde hükümetin istifasını veya erken seçimi istemek suç değil aksine en temel siyasal haklardandır. İktidar değişikliğini talep etmeyi kriminalize ederek suç haline getirmek ise ancak zorbalığın ve diktatörlüklerin gündemi olabilir.