Hoş geldin!

Bugün biraz özel bir şey anlatacağım size. Sene 2014. SoLKitap için koşturduğumuz zamanlar. İzmir Konak Belediyesi'nin düzenlediği 12. Öykü Günleri yaklaşmakta. Programı görünce heyecanla editörüme "Bak, kimler var? Pelin Buzluk'la röportaj yapalım," diyorum. Zübeyde; heyecanıma ortak olup "Harika fikir," diyerek beni destekliyor. Öykü Günleri başlamadan birkaç gün önce yazarla iletişime geçiyorum; oldukça içten, duru bir yanıt veriyor. Seviniyor, açılış gününü beklerken sabırsızlanıyorum. Fakat o gün Dr. Selahattin Akçiçek Eşrefpaşa Kültür ve Sanat Merkezi'ne giderken aklım başka yerde, kızımda. Kızım çok hasta, geceleri sürekli acildeyiz, kızımı anneannesine teslim edip sarhoş bir edayla kültür merkezine varıyorum. Tanışıyoruz Pelin Buzluk'la. Diyorum ki "Sizi görmeye geldim ama kızım hasta, mail adresinizi verin de haberleşelim." Aceleyle ne kadar süre İzmir'de kalacağını soruyorum. Bakışları değişiyor, gözleri bir annenin bakışları gibi delici, haklı çıkıyorum, diyor ki "Küçük bir kızım var, ilk kez ondan bu kadar uzun süre ayrılıyorum, çok kalamayacağım." Ve bir daha görüşemiyoruz.

Derken günler, haftalar geçiyor, hastalar iyileşiyor... Buzluk'la haberleşip 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle yüz yüze olmasa da söyleşiyoruz. Kȃh yazışarak kȃh telefonda. Neticede harika bir söyleşi ortaya çıkıyor. Ekip; "Günde üç cinayete rağmen yaşayacağız. Güzel çocuklar büyüteceğiz," diyen Buzluk'un yanıtlarına hayran kalınca röportajı başat dosya konusu olarak ele almaya karar veriyor. Hȃl böyle olunca kapak için resme ihtiyaç duyuyoruz ve yazardan uygun ölçülerde bir fotoğraf isteme işi bana düşüyor. Nasıl bir şanssa bizdeki, gönderdiği hiçbir fotoğrafı kapağa yerleştiremiyoruz. Ve gecenin ilerleyen saatlerinde üç kadın, fotoğraf avcılığı yaparken sohbete koyuluyor. (Esasen üçlü bir sohbet değil bu, ben aracı durumundayım ama aynı hususlara değiniyoruz.) Biri İstanbul'da, diğeri Ankara'da, öteki İzmir'de. Fotoğrafa ayar çekilirken mutsuzluklarımızdan, umutlarımızdan, yarınlarımızdan bahsediyoruz, sohbete mola verip çocuklarla ilgileniyoruz, gecenin üçünde görevimizi tamamlamanın ve keyifli sohbetin verdiği sevinçle vedalaşıyoruz.

Neden mi anlattım bunu size? "Deli Bal" ve "Kanatları Ölü Açıklığında" adlı kitaplarıyla kıymetli ödüller alan Pelin Buzluk'un üçüncü kitabı "En Eski Yüz" var günlerdir elimde. 'Leyla için,' yazısını görünce beni gülümseten kitap. "Bir ağaca sarılmak hayat kurtarır," diye sayıkladığım zamanlardan sonra "Koşmak için ayakları unutmak gerekir. Patlamalarına, eğilip bükülmelerine aldırmamak. Yaralanmaya razı olmak," sözlerini yineleyip durmama neden olan kitap. "Bir gerçeğin düşte görülmesi neyi değiştirirdi," dese de bir öyküde, satır aralarından umudu bulup yeşerttiğim kitap. Acılarla, kayıplarla, haksızlıklarla boğuştuğumuz şu günlerde “Bu kez av değiliz, hiç bilmediğimiz bu tatlı yorgunlukla sermest, kollarımızı bacaklarımızı silkeleyip dinlendiriyoruz," cümlesiyle şiddet üzerine düşüncelere dalmamı sağlayan kitap. "En Eski Yüz"; yüz yüze fazla vakit geçirememiş olsak da eski bir dostun sesini taşıyan kitap.

"Ay batarken, ay susarken... Uzun ve eski acılarla sokaklar, siluetler, arsız gözler, kimsesiz sesler, dolmuşun kokusu, başka türlü olsaydı acısı, kuytu pencereler, ölmeye yatan aşk. Radyoda şarkılar şarkılar..." İzbe bir meyhanede bir kadeh rakı içmek için uğraşan kadını hayal ediyorum. Kadını takside bırakıp gece bekçisinin gözünü diktiği pencerenin altında alıyorum soluğu. Ah, burnumda ıhlamur kokusu, ayaz tenimi yoruyor. Derken bir keman sesi çalınıyor kulağıma, Erdal Hoca'yı arıyorum. Nitekim Buzluk öyküleri yazarken bir de resmediyor sessizce. 'Hoş geldin!' diyorum dört yıl aradan sonra gelen "En Eski Yüz"e. İyi ki geldin!

 

* En Eski Yüz, Pelin Buzluk, İletişim Yayınları, 2016.