Hindi’nin Ruhu… Zamanın ve memleketin de…

Roman okuyor musunuz?..

Ne saçma bir soru bu, hiç roman okumadan olur mu?!

Nereden bileyim, belki de “Türkiye’de artık roman yazılmıyor”, “Türkiye’yi geçtim, dünyada bile artık iyi roman hiç yok”, “Öyküler pek cılız/tıkız/mızmız zzzzzz”, “O kadar yazar çizer var, 12 Eylül’ün romanı, Sivas’ın şiiri yazılmadı daha” vb. vb. yakınmalara denk geliyorsunuzdur, onlardan etkilenip okumayı bırakmışsınızdır. Kim bilir?

Bırakmayın! O lafları söyleyenlere de aldırmayın; tembelliklerinden, okumadıklarından ve sürekli yakınma hâlinden hiç çıkamayıp, üstüne bir de bunu “eleştiri” zannetiklerinden söylüyor ilgili vatandaşlar o lafları. Sivas’ın şiirini yazan şairlerden birinin yanında, “Sivas’ın şiiri yazılmadı henüz” diyen “aydıncık”lar gördü bu gözler. Siz öyle olmayın, öylesine acıklı bir duruma düşmeyin, okuyun!..

Türkiye’de ve her yerde iyi romanlar tabii ki yazılıyor. “Hindi’nin Ruhu” da bunlardan biri. Yazarı Ersan Üldes. Kitabı ve yazarını yeni duydum sayılır. Birgün gazetesinde pazar günleri çıkan yazılarını kaçırmamaya çalıştığımız Meltem Gürle’nin, bu yılın başlarındaki tavsiyeleri arasında yer alıyordu. O yüzden bir kenara not etmiştik; onun ardından, üç, beş ay kadar önce, bir de at yarışlarıyla ilgili bir tesadüf yaşanınca, okumamız kaçınılmaz hâle geldi! Ben yazarın ismini görece yeni duydum sayılır ama “Hindi’nin Ruhu”, Üldes’in beşinci kitabıymış. Ondan önce “Yerli Film” (1999); “Aldırılan Çocuklar Örgütü” (2004) ve “Zafiyet Kuramı” (2007) adlı romanları ile “On Kişot” (2011) adlı, “Cervantes’in edebi mirasına sahip çıkan 10 ayrı Türk romanını incelediği” bir de incelemesi varmış. “Hindi’nin Ruhu”nu o kadar çok sevdim ki, daha önceki kitaplarını da muhakkak edinip okumak isteği uyandı. Bakalım, bulabilirsek…

***

Birazdan, çok “spoiler” (okuma heyecanını kaçıracak ve hatta berbat edecek türden ipuçları, alıntılar vb.) vermemeye çalışarak, romana da geçeceğim ama ondan önce bir söylenti yahut veriyi paylaşmak istiyorum izninizle.

Bir rivayete göre, 15 Temmuz sonrasında, ülkemizde, roman ya da daha genel olarak edebiyat kitaplarının satışları artmış durumda. Bunu, vatandaşın artık “gündemden boğulup yorulması”na, “siyasetten ya da bir şeylerin değişebileceğinden ümidi kesmesi”ne ve “edebiyata kaçması”na yoranlar var!

İtirazımız var. Zira, edebiyata yahut “romana kaçış” biraz saçma bir laf sanki. Has edebiyatın iyi ürünlerine “kaçar” iseniz, o “kaçış”tan, olumsuz değil de olumlu sonuçlar, esaslı “kurtuluş”lar da çıkabilir. Ayrıca kendileri, kaçılan bir yer, bir sığınak değil; eleştirel aklı ve hayal gücünü harekete geçirip ufkumuzu genişletebilen, insana ve topluma dair yeni hassasiyetler geliştirebilen, hatta söz konusu gerçeklerden (örneğin televziyona doğru) kaçanları kovuğundan çıkarabilen özel bir “yer”dir! Buyrunuz, geliniz, her zaman davetlisiniz.

Her neyse, “edebiyat yapıtlarında son dönemde satışların arttığı” bir söylentiden ibaret zaten. Arttıysa da kötüye değil iyiye yoralım bunu. Öte yandan, romana dair değil de genel olarak kitaba dair, tam aksi istikamette, üstelik söylenti de değil, bir “veri” var elde. Ankara merkezli önemli yayınevlerimizden biri, bu yıl satışlarının geçen yıla göre yüzde 60 gerilediğini iletiyor. “Ama işte okurlar siyaset/kuram kitaplarını bıraktı, roman okuyorlar artık... hem 15 Temmuz’dan sonra… ” vb. denebilecek bir “veri” olduğunu da sanmıyorum bunun…

Ayrıca, edebiyat kitaplarıyla kuram kitaplarının karşı karşıya getirilmesi zaten manasız. İki tür ve her tür okuma deneyimi, türler arasında, örneğin kuramdan edebiyata, tarihten şiire gidip gelen, birbirini besleyen, büyüten, geliştiren, ayrı ve birlikte okuma deneyimleridir. “Edebi/imgesel yücelme ile düşünsel/kavramsal yoğunlaşmayı lütfen karşı karşıya getirmeyiniz” diyerek bu parantezi kapatalım kestirmeden!

***

Hindi’nin ve hindi yazarının “ruhu”na dair düşüncelerimize geçebeliriz artık.

Ersan Üldes, her şeyden önce “oyuncu”, bir adım ötesinde “eğlenceli”, hadi bir adım daha atalım yahu, “çok eğlenceli” bir yazar. Mizah yüklü bir dili var. Eh bu dil, iyi okuyup süzmüş değerli bir birikimle yoğrulunca, zekice bir kurguyla birleşince, edebi ve güncel göndermelerle zenginleşince -eleştiri dilinde pek rastlanamayacak bir ifadeyle belirtecek olursak- “dadından yenmiyor.”

Tüylerini yolsak da yemiyoruz zaten Hindi’yi, yiyemiyoruz. O bizi yiyor. Ömrümüzü yedin be Hindi!

Bol göndermeli, oyunlu, eğlenceli bir roman bu. Güncel göndermeler diyince, içinde “yorganlılar”, “yorgolar” ve “ensanlar” var mesela. Yorgolar, çarşaflılar/türbanlılar; yorgolar, azınlıklar; ensanlar da Kürtler diye düşünün siz. Düşünmeseniz bile, Hindi’nin yahut zamanımızın ve memleketimizin ruhu, zaten size düşündürecektir bunu.

Edebi göndermeler mi? Her türlüsü var. Ama en başta Proust ve Faulkner var. Proust’un uzun ve ağır/ağdalı cümleleri, edebiyat tarihindeki ayrıcalıklı yeri; Faulkner’ın yok-ülkesi (Yoknapatawpha, Yoklimanaltı oluyor burada); konu ile karakter arasında kurduğu özgün ilişkileri vb. bir güzel didikleniyor! Roman kurgusu içerisinde, kimi ağır kuramsal/estetik tartışmalar da, hep yüzünüzde bir gülümseme bırakacak şekilde işleniyor. (Benim gülümsemeyle yetinmeyip kahkaha attığım da oldu arada. Yalçın Küçük hocamıza dönelim o hâlde, mealen “İnsan üç hâliyle güzeldir, dans ederken, sevişirken ve gülerken. İlk ikisini yaptıramadığıma/ yaptıramayacağıma göre, üçüncüsünü yapmaya, okuru güldürmeye çalışıyorum” deyişine. Ersan Üldes işte o çizgide.)

“Hindi’nin Ruhu”nu okurken aklımıza gelen diğer yazarlar arasında, taaa Rusya’lardan Çehov (bir sahnede silah görününce patlamak zorundaysa, ayakkabı görününce de kahramanımız dışarı çıkmak zorunda); taaa Polonya ve Amerika’lardan Kosinski (sanki kahramanımız Mesut ile “Bir Yerde – Being There” romanının kahramanı arasında paralellikler var gibi) ve bizim topraklardan Tahsin Yücel  (kahramanlarımızın hatlarında, “Yalan”ı ve “Peygamberin Son Beş Günü”nü hatırlatan çizgileri görmemek mümkün mü?) de  var.

Daha fazla uzatıp “spoiler” vermeyelim. Ya da en büyük “spoiler”ı en sonda verelim:

Evet, son olarak, bu Hindi’nin (Turkey); biraz da bizim memleket olduğunu söylemeye gerek yok herhâlde, değil mi?

Ne “biraz”ı yahu!..