Her zaman gri Karadeniz’in toprak ve sis kokan insanları

Birkaç yıl önce, Muhammet Çakıral’la, Bahadın’da Yusuf Ziya Bahadınlı’nın belgeselini çekiyorduk. Aylardan eylüldü. Ben Yusuf Ziya’nın “Güllüceli Kâzım” romanında anlatılan dağları, dereleri arıyordum. Yusuf Ağabeyi çocukluğunun geçtiği yerlere götürüp orda yürütüyor, anlattırıyor filme alıyorduk. Bahadın, Anadolu bozkırının tam göbeğindeydi. Köy, şimdilerde susuz, bir dere boyunca kurulmuştu. Önünde ise beş on köyü kucaklayan koca bir ova uzanıyordu. Doğusunda dağ denemeyecek kadar alçak birkaç tepe vardı, yalnızca buralarda yer yer meşe öbeklerinden oluşan yeşillikler göze çarpıyordu.

Tam da Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu” filmindeki bozkırdaydık. Dizimize kadar çıkan kurumuş otları dalgalandıran rüzgâr, bakılmadığı için son yeşillikleri bu kuru otların arasında direnen bağlar, yakıcı güneşin altında upuzun uzanıp giden heyecansız ufuk… Ben ise, Yusuf Ziya’nın “Güllüceli Kâzım” romanındaki görkemli doğayı arıyordum. İmgelemimde yeşillik ve bereket fışkıran ovada oradan oraya koşturan insanların uzaklardan duyulan sesleri vardı. Muhammet, filmin kameramanlığını yapıyordu ama gerçek yönetmen oydu; neyi, nerede, nasıl çekeceğimize o karar veriyordu. Bunları yaparken biraz zoraki çalışıyordu. Yaptığı işi isteksizce sürdürüyordu.

Dereye hakaret ettirmem

Bu ölgün havamızı sarsacak bir şeyler arıyordum. Yusuf Ziya’nın “Güllüceli Kâzım”ın başında, köye dönen kahramanının kıyısında düşüncelere daldığı Bağırgan çayı geldi aklıma. Yusuf Ağabeyi 18 yaşında Kâzım’ın durduğu yere götürüp çayın kıyısında o günleri anlattıracaktım. Sabah erkenden oraya gittik. Ama bir çay bulamamıştık. Çaydan geriye ovanın ortasında uzanıp giden susuz bir hendek kalmıştı. Bozulmuştum. Hendek boyunca biraz yürüdük. Bir yerde göllenmiş küçük bir su birikintisine rastladık. Muhammet’e döndüm, “Bak, dedim burada çekebiliriz. Bağırgan’ı anlattırabiliriz Yusuf Ağabeye.” Muhammet, duyduklarına inanamamışçasına yüzüme baktı. “Sen buna dere mi, diyorsun?” Ben, “Yani, işte, su…” diye gevelerken o öfkeyle kestirip attı: “Ben bunu çekmem! Bunu dere diye çekmek, dereye hakarettir…”

Muhammet’e bozulmuştum. Doğruydu, tamam da, biz de film çekiyorduk sonuçta. Filmlerde gerçekle ilgisi olmayan ne mekânları çekiyor ve orasıymış gibi göstermiyorlar mıydı bize? Muhammet’in ne kadar inatçı olduğunu bildiğim için sesimi çıkarmadım. Filme heyecan katacak son kozumu da kaybetmiştim.

Adı bile dereli memleket

Muhammet, bir sabah erkenden arabasına atlayıp Çaykara’daki köyüne gitti. İşim bitince beni de oraya davet etmişti. Birkaç gün sonra ben de yollara düştüm. Bir kere daha, haritadaki en kısa görünen yolu izleme hatasına düşerek, Sivas, Giresun hattından Trabzon’a gidiyordum. Sabahın erken saatlerinde Divriği’den yola çıktım, Zara ile Suşehri’ni geçtim. Şebinkarahisar’da bir çay içimi mola verdim. Yalnızdım, arabada bana ses verecek bir radyo bile yoktu. Giresun’a doğru, iki bin metreye rakımlanan bir dağ geçidini aştıktan sonra, bambaşka bir ülkeye geçmiştim. Sulak ve vahşi bir memleketti bu. Yemyeşil yüksek dağlar, derin vadiler içinde yol alıyordum. Dimdik yeşil tepelerin yamaçlarında kurulmuş uzaktaki köylerden insan sesleri duyuluyordu. Dolambaçlı yollarda tedirginlikle yol alırken, göz ucuyla bu nefes kesici memleketi görmeye çalışıyordum. Uzunca bir süre gür sulu bir dereyi izledi yol, Dereli kasabasına vardım. Sonra Giresun, Karadeniz’le dağları birbirinden koparan bitmek bilmez otoyoldan yorgunluktan tükenmiş, Trabzon’a vardım. Orda Muhammet karşıladı beni, kısa bir dinlenmeden sonra köyünün yolunu tuttuk.

Daha Giresun’un yeşil vadilerini görünce anlamıştım Muhammet’in su birikintisini dereye hakaret sayarak filme çekmemesinin nedenini ama bu kadarını canlandırmam mümkün değildi. Evinin önünden gür bir dere akıyordu. Yaşam bu derenin kesintisiz çağlayışıyla iç içeydi. Dik iki dağın bu derede birleşen yamaçlarında kurulmuştu köy. Nereye baksan görkemli, heyecan verici bir doğayla yüzyüze geliyordun. Koca kayaların yüzünde gökyüzüne uzanan dev ağaçlar vardı. Ufku görmek için kafayı yukarı kaldırmak gerekiyordu, iki dağın arasında diplerde bir yerden gökyüzüne bakıyorduk. Dahası da vardı, ertesi gün ormanın içinden tırmanan toprak yoldan yaylaya çıkacaktık. Bu yayla benim şimdiye kadar kafamda canlandırdığım yayla kavramımla hiç benzeşmiyordu.

Muhammet Çakıral’ın öyküleri

Muhammet Çakıral’ın bir öyküsünde, yaşlı karıkocanın iki ineğinden biri, otlarken, dereye yuvarlanarak ölür. Okuduğumda öykü bana hiç inandırıcı gelmemişti, çünkü ineğin otlayabileceği bir yerden düşmesini aklım almamıştı. Şimdi, yaylada, bunun olasılık değil, birçok ineğin yazgısı olabileceğini görüyordum. Yürürken adımlarımı dikkatli atıyordum, aşağılara uzanan dik yamacı gördükçe. Koca bir dağın iki yüzünün birleştiği bıçak sırtı bir yerdi yayla. Burada bulunabilen küçük alanda sıralanmıştı ahşap yayla evleri.

Bugünlerde dördüncü öykü kitabı, “Sis Kokan İnsanlar” yayımlanan Muhammet Çakıral dostum, öykülerinde, bu görkemli doğa içinde dirençle yaşam mücadelesi veren insanları anlatıyor. İnsanı doğduğu andan itibaren vahşi elleriyle kucaklayarak sarıp sarmalayan bu doğa da onun öykülerinde hak ettiği yeri hep aldı. “Sesler ve İnsanlar” öyküsünün girişinde bu doğayı şöyle çizer: “Derin, yeşil bir iklim. İki derenin bir noktada kesiştiği sular, coşkun akan vadinin sese boğulan yanı. Suyun rengi gümüşe çalar. İki dere, üç köprü, üçü de ahşap. Kıyılarında meyve ağaçları, yörüngesinde mısır, fasulye, patates bahçeleri… Her metrekaresinde insan izleri, hayvan sesleri, ağaçlar, mutlaka bir canlı. Uçsuz bucaksız bir gökyüzü, kimi zaman mavi, kimi zaman gri, kimi zaman içi yıldızlarla dolu lacivert Samanyolu… Ormanların içinde yitip giden yüksek dağlar, sise batmış tepeler, yılan kıvrımlı patika yollar, kayalıklar, çalılıklar. Dallarında ötüşen kuş sürüsü, alacakargaların yükünü sırtlanmış, dallı budaklı büyük ceviz ağaçları, ıhlamur, meşe çam.” (Muhammet Çakıral, Sis Kokulu İnsanlar, s. 75, Heyamola Yayınları, 2014, İstanbul) Muhammet Çakıral, bu doğayı ve onun içinde hayatta kalmaya çalışan sıradan insanların öykülerini yazar. Emekçi insanlardır bunlar. Kitaplarının adları da bunu gösterir: “Şamiram’ın Ustaları”, “Her Zaman Griydi Karadeniz”, “Toprak Kokan İnsanlar” ve “Sis Kokulu İnsanlar”. Herhalde, sırada “Deniz Kokan İnsanlar” var.

Derelerin HES düşmanına öykü ve sinemayla direniş

Muhammet Çakıral’ın yeni kitabında öykücülüğünü geliştirdiği, anlatım ve kurguda giderek ustalaştığı görülüyor. Anlattığı heyecan verici doğaya benzer, taze, kendine özgü bir dili var Muhammet Çakıral’ın. Kimi zaman tam yerine oturmasa da abartılı benzetmeleri bu dili güçlendiriyor. Dildeki aşırılıklar Karadeniz doğası ve yaşamına uygun bir coşku katıyor anlatımına. Şuna benzer bir dilden söz ediyorum: “Çakıllarla dolu delikten sızan alevler, kuşburnu rengi. Tezgâhın başında yaşlıca bir adam. Boynundan aşağı asılı kadife önlüğün, yamalı yerlerinden sızıyor yorgunlukları.” (s. 77)

Bugünlerde bu doğanın büyük bir tehditle yüzyüze olduğunu biliyoruz. Dereleri sermayenin talanına açan HES kodlu zorbalıktan söz ediyorum. Muhammet’in öyküleri, “toprak kokan insanlar”ın 1970’lerden başlayarak nasıl yerinden yurdundan koptuğunu, Almanya’lara, İstanbul’lara sürüklendiğini anlatıyor. Bunu kimi zaman trajik, kimi yerlerde komik öğelerle boyutlandırıyor.

Okuma yazması olmayan Karadeniz gelinine Almanya’dan teyp kasetlerinde sözlü mektuplar geliyor. Van’ın kurucusunun adını taşıyan “Şamiram’ın Ustaları”nda pratik zekâlı Karadeniz insanının bilgisiz cesaretiyle nasıl yapa döke inşaatçılığa, “müteahhitliğe” giriştiğini okuyoruz.

İnsan gidince doğa da ona anlam ve biçim katacak yaratıcısını yitiriyor. Muhammet Çakıral’ın yeni öykülerinde yaşama sevincini bastıramayan ince bir hüzün seziliyor. “Sesler ve insanlar” her şeyi paraya indirgeyen bu çıkar çağında birer birer yitip gidiyor. “Değişiyor her şey. İnsanlar da yer değiştiriyor sorgusuz sualsiz. Kimi ölüyor, kimi doğuyor. Şimdi de yer değiştiren benim babam. Bir testere ile ağacı hizaya sokan, gürleyen, usta babam. Ağaçtan ev yapan, sandık yapan, beşik yapan, yayık yapan, dolap yapan… Ağacın ve ağaçların kıymetini bilen babam… Ağaçtan bir sandık içine doksan iki yılını sığdırıp, bizden sonsuza dek ayrılan babam. Ve gökyüzünü çıngıraklar gibi döven keser sesleri de susuyordu onun yokluğunda.” (s. 98) O insanların yokluğunda ahşap evler çürüyor, yerine beton apartmanlar dikiliyor. Muhammet’in köyünde bile.

O köyün deresine de birkaç HES hançeri sapladılar. Muhammet öykücülüğünden ve gerçekçiliğinden aldığı güçle bunun filmini çekti. Bugünlerde Tokyo yolcusu; “Kırlangıçlar Susamışsa” adlı ilk öykülü filminin dünya gösterimi Tokyo Festivali’nde yapılacak.

Öyle anlaşılıyor, Muhammet Çakıral, toprak ve sis kokan insanların öykülerini, bu insanlara sonsuz yaratıcılığını ve güzelliğini veren doğayı anlatmayı edebiyatta ve sinemada daha da ustalaşarak sürdürecek.

Muhammet Çakıral, Sis Kokulu İnsanlar, Heyamola Yayınları, 2014, İstanbul