Her kitabın bir okuru bulunur

Bazı kitapların çok satmasına karşın az okunduklarına dair bir görüş vardır. Aslında buna söylenti ya da izlenim demek daha doğru olur çünkü bu savı kanıtlamak neredeyse olanaksızdır. Kitapların kaç adet sattığı bellidir de satılanların kaçının okunduğu veya bir kitabı kaç kişinin okuduğunu gösteren bir veriye hiç rastlamadım ben şimdiye dek.

Günümüz Türkiyesinde bu konunun odağı Orhan Pamuk olsa gerek. En az birkaç edebiyatçının Pamuk’un kitaplarını sonuna dek okuyamadıklarını yazdığını gördüm hatta kimsenin Orhan Pamuk’un kitaplarını bitiremediğini bile iddia ettiler. Hadi diyelim bir kişi meraktan veya reklamların etkisiyle bir kitabını aldı ve sevmedi, okuyamadı. Peki bir sonraki kitabını niye alsın ki? Artık çekememezlik midir, başka bir şey midir bilemem. Ama şunu söylemeliyim, ben Orhan Pamuk’un yazdığı her şeyi keyifle ve sonuna kadar okudum. Hadi şunu da ekleyeyim, sevdiğim tüm metinlerde yaptığım gibi çabuk bitmesin diye olağan okuma hızının altında, daha yavaş okudum.

Bu noktada şunu itiraf etmeliyim ki benim de benzer izlenimlerim var başka kitaplara dair. Örneğin, 1980 öncesi Marksist klasiklerin, sattığı kadar çok okunmadığını düşünürdüm çünkü kitaplığında böyle bir kitap görüp de hakkında konuşmak istediğimde ya “henüz okuyamadıklarını” ya da “okumaları üzerinden çok zaman geçtiğinden anımsayamadıklarını” söylerlerdi. Aksi durumu çok az yaşadım. Evet, bu bir izlenimdi; belki de hep yanlış kişilerle karşılaştım.Ama başka bir kitap var ki okunmadığına eminim: Kaçaznuni’nin “Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok” kitabı. Yirmi beşkadar baskı yaptı ve arka kapakta belirtildiğine göre kitap, Ermeni soykırımı olmadığını kanıtlıyor. Emin olun,kitabı en az üç kez okudum ve bence bu sonuç çıkmayacağı gibi soykırım olduğuna dair bile kanıt olarak kullanılabilir. Belki de tipik bir okuduğunu anlamak, anladığını okumak ikilemi.

Bir diğer durum da okur kitlesini kafamda hiç canlandıramadığım, o kitabı okuyan veya satın alan kimseyi tanımadığım ama defalarca baskı yapan ve birçok dile çevrilen kitap grubu. Hermann Simon ve Savaş Tümiş’in yazdığı ve Tümiş’in çevirdiği Gizli Şampiyonlar benim için bu durumun tipik bir örneği. Almanya’nın ihracattaki üstünlüğünün köklerinin küçük ve orta ölçekli şirketlerde, özellikle de kendi pazar alanlarında dünya lideri olan şirketlerin oluşturduğu grupta yattığını söyleyen yazarlar, bu küçük şirketleri Gizli Şampiyonlar olarak tanımlıyorlar ve yaklaşık beş yüz sayfa içerisinde başarı stratejilerini anlatıyorlar. Ancak küçük sözü sizi aldatmasın çünkü bu şirketlerin kazançları dört milyar doları buluyor! Örneğin, kâğıt üretimi yapan Sappi isimli şirketin 16 bin çalışanı ve dünya üzerinde 45 fabrikası bulunuyor! Neresi küçükse? Şunu söyleyeyim, Türkiye’den örnek verdikleri bölümdeki küçük şirketlerden birisi Arkas! Hani şu vergi rekortmeni olan, hep ilk 100 listesinde yer alan Arkas!

Künye: Gizli Şampiyonlar. Hermann Simon, Savaş Tümiş. Optimist Yay., Çev.: Savaş Tümiş, 2014. Bu baskısını bulmak güç, meraklısı ile paylaşabilirim. Beyaz yayınlarından eski versiyonu sahaflarda 18-35 TL arası.

Aslına bakılırsa bu şirketler devlere göre daha düşük profilli işlerle uğraşıyorlar ve tedarikçi durumundalar. Daha açık söylemek gerekirse en büyükler bu işlere girmek istemedikleri için yaşıyor ve kazanıyorlar.

Hal böyle olunca, bu tip kitapların niçin yazıldıklarını ve kimlerin okuduklarını anlamakta zorlanıyorum. Ancak baskı sayıları ve çevrildiği diller, en azından satın alındığını gösteriyor. Bana çok uzak olan bir dünyayı anlatıyor ama düşünüyorum da Gizli Şampiyonlar’ın kendileribu kitabı okumazlarçünkü onlar zaten şampiyon. Bu gruba girmek isteyenler de (Unutmayın 4 milyar dolar gibi bir rakam var.) kitabı okuyacaklarına ilgili kişiyi danışman yaparlar. Zaten yazar ve çevirmenin de danışmanlık firmaları var. Sanırım çok küçük işletmeleri olanlar, belki de okumayı seven esnaflar, “Ben de büyüyebilirim.” hayali kurmak için okuyabilirler. Bir tür peri masalı gibi. Dedim ya burası başka bir dünya, masalları bile farklı; her şeyin ekseni piyasa.

Konunun akademideki karşılığını Gamze Sart, OECD Ülkelerinde Küresel Rekabet Gücü ve Yüksek Öğrenimin Rolü isimli çalışmasında veriyor. Sanırım bir tez çalışması. Sart, çalışmasında rekabet gücünü Porter’ın elmas modeliyle açıklıyor. Burada müşteriler, potansiyel ve mevcut rakipler, ikame ürünler ve tedarikçilerden oluşan bir elmas şekli üzerinden gidiliyor. Sonuç olarak yüksek öğrenimde küresel rekabet gücü yükseldikçe, ülkelerin küresel rekabet gücü de yükselecektir deniliyor. Ben tam tersini düşünüyorum; ülkeler yükselirse akademi yükselir diyorum, akademi ancak yapısal değişimlere karar vermiş ve bu yola girmiş bir ülkeye destek olabilir ama o kadar. Asla belirleyici olamaz. Yani hipotezin tersi de test edilmeliydi. Neyse, konu bu değil; benim aklımdaki üniversitede rekabet yok, iş birliği var. Bu kuralları kabul edip yarışa girmek, tam da onların istediği durum: Peri masalının akademik hali.

Künye: OECD Ülkelerinde Küresel Rekabet Gücü ve Yüksek Öğrenimin Rolü. Gamze Sart, Nobel Yay.,2018. Etiket fiyatı 30 TL.

Bir tane yeğenim var, kitap yazılarımla ilgili olarak “Amca, senin yazılarını okuyup, hangi kitapları okumayacağımı görüyorum.” diyor. Belki de haklı.

Gizli Şampiyonlar’a dönecek olursam bir şirket yöneticisinin, “Üst düzey çalışanlarımızın dil bilmesini önemsiyoruz çünkü dili öğrenen kişi o dilin kültürüne dair bir anlayış da kazanmaktadır.” sözü dikkatimi çekti. Elbette onlar ülkenin kültürünü tanıyıp, bu bilgiyi kullanarak daha fazla satış yapma peşindeler ama dil-kültür ilişkisi konusunda önemli bir noktaya da değinmiş oluyorlar. Kanımca bir dili öğrenirken iletişim kurma amacı ikinci planda olmalı, farklı bir kültürün mantığını kavramak daha önde gelmeli. Bu yüzden Latince önemli. Elbette tersi de doğru, kendi dilini öğreterek kültürünü yaymak da ekonomik olarak o bölgeye girişin ilk adımı olabilir. Boğaziçi Üniversitesi yayınlarından çıkan Floyd Henson Black 1888-1983 A Remembrance By His Son isimli 1888-1983 A Remembrance By His Sonisimli kitapta bunun tipik bir örneği anlatılıyor.Konu ABD’nin Türkiye’ye yönelik etkinlikleri ve bu çerçevede Robert Koleji’nin kuruluşu. Üstelik sadece İstanbul’da değil, Sofya’da da benzer bir faaliyet görüyoruz hem de özellikle Balkanlar yıkıntı haline gelmişken. Gözlerinizi kapayın ve yangını, yıkımı ve dil öğretmeye çalışanları düşünün. Eğer zor oluyorsa önerim, daha doğru bir ifadeyle yıkımı görmek için önerim Turgutlu Tarihinden 52 Yıllık Bir Kesit isimli kitapçıktaki fotoğraflara bakmanız. Biliyorsunuz Turgutlu, eski ismiyle Kasaba, Kurtuluş Savaşında en çok zarar gören yer; neredeyse ayakta tek bir yapı kalmamış. Bu açıdan Balkanların bazı bölgelerine çok benziyor. İşte bu fotoğrafların içerisinde Floyd Henson Black’i düşününce her şey yerli yerine oturuyor.

Künye: Floyd Henson Black 1888-1983 A Remembrance By His Son. Cyril Edwin Black, Boğaziçi Üni. Yay., 2007. Etiket fiyatı 4.5 TL.

Künye: Turgutlu Tarihinden 52 Yıllık Bir Kesit. Turkem Yay., 2017. Satılmıyor, müzeden istenebilir.

Tekrar konuya dönecek olursak, kitapları çok satan ama aynı ölçüde neredeyse hiç okunmayan kişilerden birisi de Rene Descartes’tır. Okunmayan derken felsefe eğitimi alanları işin dışında tutuyorum elbette. Ama onlar dışında bir kitabını okuyanı pek tanımazken “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım.) sözünü de bilmeyeni görmedim.  Sanki Descartes bir sabah uyanmış ve bu sözü söylemiş gibi. Gerek Felsefenin İlkeleri gerekse Yöntem Üzerine Konuşma Descartes’ın kendine özgü felsefe sistemini kuşku yöntemini kullanarak kurduğunu, filozofun ilk görevinin yanlışa düşmemek için kuşku duyulabilecek her şeyden kuşku duymak olduğunu, ikinci görevinin ise sistematik kuşkunun, kuşkuculuğa yol açmasına engel olmak olduğunu, bu işlevi yerine getiren ilkenin ise “düşünüyorum öyleyse varım” olduğunu gösterir. Yani bu sözün arkasında müthiş bir birikim, bugünkü Batı felsefesinin temelleri vardır.

Künye: Felsefenin İlkeleri. Rene Descartes. Say yay., Çev.: Mesut Akın, 2008. Yeni baskılarda etiket fiyatı 15 TL.

Descartes’ın bilim konusunda yazdıkları bugün için yanlış, en azından basit gelse de günümüz biliminin en temel sorunlarından biri olan bilimin felsefeden kopması sorununa karşı bile okunmalıdır. Sadece ve sadece yönteminin kullanılması bile çok önemlidir.

Künye: Yöntem Üzerine Konuşma. Rene Descartes. Cumhuriyet Kitap, Çev.: Afşar Timuçin. 1998. Piyasada çeşitli yayınevlerinden çeşitli çevirileri var. Etiket fiyatları 5.5-28 TL arasında.

Descartes’ın yöntemi dört kuraldan oluşur: İlki apaçıklıktır yani, öyle olduğu açıkça bilinmeyen hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek gerekir. İkincisi analiz kuralıdır yani bir konuyu iyi inceleyebilmek için bölünebilen en küçük parçalarına kadar ayırmak gerekir. Üçüncü kural sıralamadır yani konuyu en basitten en karmaşığa doğru bir sıra içerisinde incelemek ve dördüncü kural olan sayma ise araştırma sırasında hiçbir şeyin atlanmadığından emin olabilmek için sık sık geriye dönüp yapılanları kontrol etmek gerektiğini söyler. Descartes, sadece bu kurallar için bile okunmalı bence.

Felsefenin İlkeleri’nde Hüseyin Gazi Topdemir’in, Yöntem Üzerine Konuşma’da Afşar Timuçin’in Descartes üzerine yazdıkları, konunun tarihsel konumu açısından önemli. Aynı zamanda kitabın çevirmeni de olan Timuçin’in dilinin özellikle çok temiz olduğunu söylemeliyim.

Neyse diyorum ki evet her kitabın bir okuru vardır ama Descartes daha fazla okunmalı ve genel olarak kitapların satış rakamlarıyla okunma oranları birbirini tutmalı çünkü her kitapta ilgi çekecek bir şeyler, hiç olmazsa bir cümle muhakkak bulunur.