Henüz tüketilmemiş bir deneyim: 15-16 Haziran

15-16 Haziran, Gezi ile birlikte emekçilerle, ezilenlerle kaynaşmanın zeminini gösterdiği için daha kapsamlı bir deneyimle aşılana kadar üzerinde çalışılması gereken en önemli deneyimler olarak önümüzdedir.

Aktörlerinin giderek aramızdan ayrıldığı hadiseleri geleceğe taşımak için kişisel değerlendirme ve hatıralar tek başına maalesef kullanışlı değildir. 15-16 Haziran çok geniş kesimlerin inşa ettiği, buna karşılık sosyalist yazınımızda hamaset dışında üzerinde pek durulmayan, hele hele bir dönemin bilançosunu çıkarmak açısından bir mihenk taşı olarak görülmeyen, hâlâ üzerinde çalışılması gereken, işçi sınıfının yaşadığı en önemli deneyim olarak önümüzde durmaktadır.

Gezi her ne kadar hak ettiği kadar bir yenilenmeye yol açmadıysa da üzerinde ciddi bir yazın oluştu ve henüz belleklerden silinmediği gibi iktidarın hedef tahtası olduğu için canlılığını koruyor. Gezi’nin eksik değerlendirilmesinde bir geleneksel tutum da etkili oluyor. Hadise patlak verdiğinde ona tam tekmil katılanlar bile ondan etkilenmeden çıkabiliyorlar. 3,5 milyon insanın iradesiyle oluşmuş ve ortamı sarsmış bir hadiseyi yaşanmamış olarak bir kenara koymanın bir getirisi de görülmedi.

Gezi’yi nasıl yakın dönemle sınırlı görmeyerek 12 Eylül sonrasındaki bir silkinişin ve bir gelecek arayışının ifadesi olarak algılamak gerekirse 15-16 Haziran olaylarını da altmışlı yıllardaki toplumsal ve siyasal gelişmelerin üzerinden okumak gerekir. 12 Mart’a doğru gidişte Adalet Partisinin şahsında iktidar bloku çatlamış, Demokrat Parti ve Milli Nizam Partisi ile siyasal ve sınıfsal izdüşümü parlamentoda belirmişken işçi sınıfı da hesapta olmayan bir biçimde kendi varlığını kanıtlıyordu. CHP’nin de içine girdiği kimlik krizini (Ortanın Solu ve Reddi Miras) buna eklemek gerekir.

'İŞÇİLERİN HAZİRANI'

Zafer Aydın’ın İşçilerin Haziranı kitabı (68’in İşçileri ile birlikte) o günleri yaşayanlar da dahil olmak üzere özellikle genç kuşaklara bu deneyimi kılı kırk yararak aktarmakta. Böylece bölük pörçük değerlendirmelerin ötesine geçip sosyalist tarihle sınırlı kalmayan esas olarak işçi sınıfı hakkında, sosyalist strateji konusunda, siyaset ve sendika konusunda atlanmış tartışmaları canlandırma imkanına kavuşmak mümkün.

Unutmamak gerekir ki sosyalist parti, sınıf bilincinin gelişimiyle, sınıfın bizzat kendi deneyimlerinin katkılarıyla sürekli ilişki ve diyalog halinde kendini yeniden düzenlemek, şekillendirmek zorundadır. 15-16 Haziran’ı aynı kefeye koymamakla birlikte Paris Komünü’nün Marx, 1905 Devrimi’nin Lenin üzerindeki etkilerini hatırlamak yeterlidir. Lenin, 1905 Devriminden birkaç yıl sonra On İki Yıl başlıklı derlemeye yazdığı önsözde Ne Yapmalı? ile başlayan ve Bir Adım İleri İki Adım Geri ile devam eden tartışmaları elekten geçirir. Ne Yapmalı? eleştirilerinin tarihsel bağlamından kopuk oluşunu dile getirirken diğer partilere göre Bolşeviklerin (iç tartışmalarla başlayarak) nasıl kendilerine yöneltilen “sekt” ithamlarına karşı parti yapısını, Otokrasinin tahakkümü altındaki günlerden farklı olarak yeniden yapılandırdığını anlatır. Belirtmek gerekir ki Rus sosyal demokrasisi bugün sözünü ettiğimiz kendine sosyalist diyen partilerden farklı olarak bir kadro partisi değil neredeyse bir kitle partisidir. 1905’in patlamasıyla Rus sosyal demokrasisi Lenin’in tabiriyle 150 bin üyeye ulaşılmıştır!

1905 Devrimi nasıl safiyane bir şekilde Papaz Gapon’un sözcülüğünde Çar Baba’ya dileklerini sunmak isteyen büyük bir kitlenin beklenmedik bir biçimde kanla bastırılmasıyla patlak vermişse 15-16 Haziran da kimsenin beklemediği bir anda, daha sonra kurumsal çerçevede geri çekilen bir sendika kanunun harmanladığı bir öfkenin ürünü olmuştur.

ÖZETLE

DİSK ve Bağımsız sendikaların tasfiyesi ile Türk-İş’in rakipsiz kalmasını hedefleyen sendikalar yasası iktidardaki AP ve muhalefetteki CHP’nin sendika kökenli milletvekillerinin hazırladığı yasa ile bir oldu bittiye getirildiğinde (Ankara’daki görüşmelerde DİSK yasaya referandum maddesini ekleyebilseydi eylem kararı alınmayacaktı), Ankara’daki Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliği dahil kurumsal ve siyasal hiçbir mercinin ses vermemesi üzerine DİSK yönetimi 14 Haziran’da 700 kişinin katıldığı bir toplantı ile bir savunma girişiminde bulunur. Kemal Türkler’in sözleriyle ilk iki gün “semtlerimizde, alanlarda toplanıp, haklılığımızı halka anlatacaksınız”; üçüncü gün Taksim’de bir miting düzenlenecektir. Eklemek gerekir ki 15-16 Haziran’ı takip eden en azından iki gün işçiler bu kez sokakta değil işyerlerinde direnişteydiler.

Gizli saklı olmayan bu takvim Cumhuriyet gazetesinin 15 Haziran nüshasında açıkça belirtilir. İlginç olan herkesin bildiği bu eylemlilik karşısında hükümetçe alınan tedbirlerin neredeyse basit bir gösteri çapında algılandığıdır. Şükran Soner, Cumhuriyet gazetesine haberi götürdüğünde şöyle bir durumla karşılaşır: “yazı işlerinden kimse bu boyutta bir iş olacağına inanmadılar. Manşete koymadılar, zar zor aşağıda bir yerde iki sütunluk bir haber koydular.”

15 Haziran’da 70 bin, 16 Haziran’da 100 bin insanın İstanbul sokaklarını terlettiği eylemleri ne düzenleyicileri ne de olmadık şeyleri abartan AP iktidarı bekliyordu. Koku alma mesleği gazetecilik de yaya kalmıştı.

İşçilerin Haziranı’nın dökümü rakamlarla ifade edilecek gibi değildir. Rakamların ötesinde işçilerin bilincindeki sıçrama sendikacıların ve hele hele sosyalistlerin tahminini fersah fersah aşmaktadır. 68’in İşçileri kitabındaki biyografiler bize sosyalist hareketteki tartışmalarla işçiler arasındaki yörünge farklılıklarını da göstermektedir.

Sosyalist tarih açısından 15-16 Haziran’da açığa çıkan işçi dinamizminin elbette hazırlayıcı unsurları önemlidir. Bu hazırlayıcı unsurları karmaşada, hamlede ama örgütsel ve ideolojik yetersizlikte de izlemek mümkün. O güne kadar işçi sınıfının varlığından şüphe ederek demokratik devrimin fili öncülüğünü asker sivil aydın zümreye tevdi edenlerin derin analizleri bir çırpıda tarihin çöplüğüne gönderilirken, işçilerin de zaman zaman dile getirdikleri “asker-gençlik el ele” sloganından esinlenen “işçi-asker elele” sloganı da aynı akıbete uğramıştır. Öte yandan TİP merkezinin tabanın insiyatifini körelten, başta gençlik eylemleri vesilesiyle dile getirdiği “cunta gelir” kaygısıyla bütün ağırlığı parlamenter çalışmaya yöneltmesinin dayanaksızlığı da kanıtlanmış oldu. Örnekleri çoğaltmak ve derinleştirmek gerekir.

KENDİLİĞİNDENLİK VE ÖNCÜLÜK

İşçi sınıfının sendikalı kesiminin neredeyse onda birini bile temsil etmeyen DİSK’in inisiyatifi önemli olmakla birlikte (elde kesin rakamlar olmamakla birlikte DİSK üye sayısı ülke ölçeğinde 25-40 bin, Türk-İş üye sayısı 700 bindir, İstanbul’da sanayi işçisi 850 bin) DİSK’i tasfiye eden yasa ile doğrudan ilişkili olmayan ve yasanın sınırlarının çok ötesinde bir eylemlilik içinde olan işçilerin kazandıkları özgüveni siyasal arenaya taşıyacak, yani onları kapsayacak bir yöneliş tartışma düzeyinde bile yer almamıştır.

Daha genel bir çerçevede 1968’den itibaren TİP ve Milli Demokratik Devrim başlığı altındaki iki ana akım şeklinde, yeni gruplaşmalarla kendi dünyasına kapanmaya başlayan sosyalist hareketin nesnel gerçeklikle, işçilerin haleti ruhiyesi ile kopukluğu 15-16 Haziran’dan sonra da devam etmiştir.

Denebilir ki genel hatlarıyla sosyalist hareket için 15-16 Haziran hadisesi yaşanmamıştır.

Oysa buhar ve piston diyalektiğinin yaşanmış en önemli deneyimidir. Piston olmadığında buhar uçup gitmiştir ama kendini piston sananların da buharla rabıtası olmamıştır.

Ortak bir bellek, tahayyül, düşünce çerçevesi ortak bir pratik için elzem olan hususlardır. 15-16 Haziran, Gezi ile birlikte emekçilerle, ezilenlerle kaynaşmanın zeminini gösterdiği için daha kapsamlı bir deneyimle aşılana kadar üzerinde çalışılması gereken en önemli deneyimler olarak önümüzdedir.