Bir zamanlar, “Hem laik, hem Müslüman olunmaz!” sözünü söyleyen politikacımız, şu anda cumhurbaşkanıdır. Duyduğumda eleştirmemiş, bilakis, bir tür tutarlılık örneği olarak düşünmüştüm. Yıllar sonra, o kadar okuyup yazdıktan sonra, bence de, “Hem müslüman hem laik olunmaz!”. Eğer olunursa, ya laikliği, ya da müslümanlığı, başka türlü yorumluyoruz demektir.
Laiklik neticede bu dünyanın işlerini kutsal metinlere atıfla yapmamak demektir. Örneğin alkol kullanımını kısıtlamak istiyorsunuz. Bunu asayiş ya da sağlık nedenleriyle yapabilirsiniz. Hatta, sadece ekonomik nedenlerle, iş disiplini nedeniyle de... Yok eğer, kutsal kitapla böyle bir kısıtlamaya gidiyorsanız, laik değilsiniz demektir.
Elbette, iki farklı mantığı birlikte kullanmak da mümkündür. Ancak bu durumda, iki mantıktan biri, diğerinin “aracı” haline gelir. Aslında dini nedenle kısıtlamak istersiniz, ama, alkol zaten başka nedenlerle de kısıtlanmayı gerektirir, diye düşünürsünüz. Tam tersi, sağlık nedeniyle örneğin, kısıtlama yapmak için, dini hükümleri de yanınıza alırsınız.
Laiklik sıkça, “dünyevileşme” anlamında kullanılır. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma (İngilizcesinde Laikliğin Gelişimi) kitabında, Avrupa dillerindeki çağ ve zaman anlamına gelen “siecle” sözünün “secular” sözünün temeli olduğu iddiasıyla, laikliğin “çağdaşlaşma” anlamına geldiğini söylüyordu. Yararlıdır, ama, laikliğin “çağdaşlaşma” sürecinden önceki farklı bir ilişkiye işaret ettiğini düşünüyorum. Laiklik Batı’da, dini otorite ile siyasi-kamusal otorite arasında daha baştan kabul edilmiş bir ayrıma dayanıyor. Öyle ki kilise bile, bu ayrımı Roma’nın çöküşünden bu yana kabul etmektedir. Özetle, niteliği farklı, iki iktidar alanı olduğu, Batı’da eski bir teori, eski bir kabuldür. Laiklik, “laymen”in, yani, dinsel otoriteye sahip olmayanların ayrı otoritesini tanımaktır.
İslam daha baştan itibaren, laik yönetim-dini yönetim ayrımını benimsemez. İslam ve İslam devletinin oluşması eş zamanlıdır. Dini işler ve laik işler ayrımı başından bu yana yoktur. İslam peygamberi devletin başıdır. Daha sonrası için, halife de zaten peygamberin halefidir. Hem devletin başı, hem de en yüksek dini otoritedir. Altta yer alan “kadı” bile, hem belediye başkanı-vali, hem de yerel düzeyde şeriat mahkemesinin başkanıdır. İslam’da, ulema “ilmiye sınıfı” olarak, hem “ilim”, hem “din” bilgisinin bütünlüğünü, benzer şekilde gösterir. Esas rehber Kuran’dır, bu dünya için gönderilmiştir, ama, öte dünyaya hazırlamaktadır. Geçici bu dünyanın, ebedi dünyaya hazırlık rehberidir.
İslam’ın bizzat kendi dini siyasal örgütlenmesine bir de tarihsel olarak kendine tekabül eden, “feodalizmi” ekleyelim: Bu tip bir toplumsal sistemin konumuz açısından en önemli özellikleri, bireye yer tanımaması, devletin üyelerinin yurttaşlardan oluşmamasıdır. Devletin yöneticileri ve tebaası vardır. Yöneticiler de, dini otoriteyi, haliyle, Tanrı’yı temsil ederler. Kişilerin toplamı, dindarların toplamı anlamında “ümmeti” oluşturur. Haklarla donatılmış yurttaşların devleti anlamında “cumhuriyet” bulunmaz. Cumhuriyet yoksa, zaten demokrasi de yok demektir (Yunanca’da, cumhuriyet kavramı bulunmamakta, sadece demokrasi kavramı bulunmaktadır).
Kişilerin birey ya da yurttaş olarak devletin parçası değil de, dini topluluğun, “ümmetin” parçası olarak görülmesi, laik olmayan “dünyaya” işaret eder. Ama, bu dünya da, bildiğimiz bu dünyadadır. Dünya içinde dünyadır.
“Hem laik, hem Müslüman olunmaz!” sözü, Recep Tayyip Erdoğan’ın sözüdür, kendi içinde son derece tutarlı bir ifadedir. Bir müslüman dinle siyaset, dinle hukuk, dinle ahlak arasında ayrım olduğunu kabul ederse, İslam peygamberiyle başlayıp bu güne gelen İslam tarihinden kopar, İslam şeriatını ihlal eder.
“Hem laik, hem Müslüman olunmaz!” sözü açıkça doğrudur ve şunları ima etmektedir. Müslümanlardan oluşan toplumların laikleşmesi, müslümanlıktan çıkmaları anlamına gelir. Ya da, müslüman toplumlar laikleşemez!
İyi ama, müslüman toplumlar bizzat İslam ve İslam tarihinden gelen bu sorunu, ki bu laikliğin imkansızlığı sorunudur, büyük kısmı laik bir tarihe sahip bu dünyada, nasıl çözecekler? Yani, laik olması imkansız müslüman toplumlar, laik olanlarla nasıl birlikte yaşayacaklar?
Çözüm hep şu olmuştur: Ya bir tarifiyle “dünyevileşme”, ya da Berkes’in söylediği şekliyle, “çağdaşlaşmayla”!
İlki, dünyevileşme, bu dünyaya bu dünyadan, bu dünyanın gözüyle bakmak demektir. Açıkça, bilim, sanat, felsefe, siyaset gözüyle bakmaktır. Dünyevileşme, müslümanın dini inancını bırakmasını değil, ısrarlıysa, ancak açıkça inancını özel bireysel yaşamının manevi alanına çekmesi anlamına gelir. Bu bilindiği gibi, dini inancın özel kişisel yaşama “kapatılmasıdır”. İslam oysa, baştan itibaren toplumu, siyasetinden ahlaki yaşamına, ticaretine, diğer toplumlarla ilişkilerine kadar düzenlemek ister.
İkincisi, çağdaşlaşma, en basit anlamıyla, o çağın ileri örneklerini takip etmek, etmeye çalışmaktır. Bu süreç modern “çağda”, müslümanın dünyayı ilk başta “maddi” ve manevi” dünya diye ikiye bölmesine neden olur. Çağdaşlaşma, maddi yeniliklerin takibi ve benimsenmesi düzeyine indirgenir. Manevi yaşamda “dini” kalınmaya çalışılır. Ama bu yol yol değildir. Namaza Mersedes’le gitmeye benzer. Ya da, cep telefonundan ezan dinlemeye. Ya da, çocuğunu Harvard’a gönderen hacının durumuna... Çelişkilerle dolu, bölünmüş bir yaşam çıkar ortaya... Bu yaşam uç örneklerde, Afgan dağlarında laptop kullanan El Kaide militanı olmaya da götürür insanı.
Dünyevileşme ya da çağdaşlaşma, ikisini de, inzivaya çekilerek reddedenler de vardır. Ama inziva, İslam’ın siyasi yönüne, ümmetçiliğine aykırıdır. Tarikatlar vardır, ama oralar da, inziva yerleri değildir. Bilakis, parti gibidirler.
“Hem laik, hem Müslüman olunmaz!” sözü çok doğrudur. İster dünyevileşme, ister çağdaşlaşma anlamında olsun, laiklik, müslümanı müslüman olmaktan çıkarıp, bambaşka donlara sokar.
Bu dünyanın, bu çağın söylediği, müslümanlara sadece laiklik seçeneğini sunmaktadır. Ya bölünmüş, çelişik, ama bağımsız iç dünyalar şeklinde, ya da, siyasetin bir aleti olma şeklinde... Diğer seçeneklerse, ya inziva, ya onun tam tersi, terörle intihardır.