Hassasiyet yüklü mutluluk mümkün mü?

Altı yıl önce, şevkle ders anlattığım bir anda bir ilköğretim öğrencisi en ön sıradan sordu: "Hocam, mutlak mutluluk mümkün mü?" Öğretmenliğimin ilk yılıydı ki ben de bir öğrenciydim henüz. "Sanmıyorum." diyebildim sadece. Cevap vermek istemediğimden değil, bu sorunun yanıtını ben de aramaya başlamıştım o günlerde. Çalışma hayatını deneyimlemeye başlamamla bir yığın soru peydah olmuştu çünkü zihnimde. Şimdi dönüp bakıyorum, üzerinden altı yıl geçmiş ama yanıtı bulabildiğimden emin değilim. Hatta tam "Mümkün değildir tabi ki." diye beylik beylik laflar ederken kendime, neredeyse her gün aynı kitapla karşılaştım; ismi de çok manidardı: "Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk".

Kendisiyle konuşmaktan yılsa da çaktırmayan bir karakteri tanıyoruz Wilhelm Genazino sayesinde. Felsefe doktoralı Gerhard Warlich, kendi kendine konuştukça kendisiyle ilgili bilmediği ne varsa dökülüveriyor ortalığa. Bazılarını bildiğini sansa da aslında en iyi bildiği şey bu hayatta tek başına olduğu, yalnız olduğu.

"Terk edilmedim, peki kendimi niçin yalnız hissediyorum?"

Gerhard'ın bu soruyu sorduğuna şahit olan bizler, onun yalnızlığının kıymetliliğine de şahidiz. Eşi Traduel'un "İkimiz birlikteyken yalnız olmak istemiyorum." deyişini suskunlukla karşılıyor örneğin. Susuyor çünkü insan yalnız olmak isterken yalnızlığının sebebini sorgulayabilir. Kocaman bir boşluğun içinde hayatımıza yanımızdakilerle devam ederken hep kuytu bir köşe ararız. Hatta bazen merakla bekleriz yalnız kalmayı. Günler birbiri üzerine binerken maruz kaldığımız onca uyaran iflahımızı kesiyordur, kanımızı emiyordur, devam etmemizin şevkine musallat oluyordur. Gerhard, bu keşmekeşin bedenlerimizde ve ruhlarımızda açtığı yaraların farkında olmalı ki içsel yalnızlık meselesini önemsiyor:

"Her insanın içsel bir biçimde yalnız olduğundan, bu yalnızlığın kötü bir şey olmadığından ve bu konuyu konuşmak istemediğimden, o zaman da susuyorum... Birçok insanın içsel yalnızlığını inatla inkar ettiğini biliyorum. Traduel de bunlardan biri."

Tek başına kalmaktan çekinen, yanında hep biri olsun isteyen, tek başınalığı tecrit sayıp haz almaktan imtina eden bir yığın insanız. Dünya bir anda yaşanılmaz olur tek başınayken, duyduğumuz tek ses kendi sesimizdir. Delirmekten korkarız bazen hatta delirdiğimize inanırız, inandırılırız çoğu zaman. Sınırları biz çiziyorsak delirmek güzeldir de…

Kontrol bizde sandığımız anlardaki hissedemediğimiz nefeslerin “suistimal”leriyle günlük rutinlerimize devam etmek hem zordur hem kolay. Gerhard, o nefesleri hissetse de kontrolün onda olduğuna inandırmaya çalışır kendini çünkü hayatının bir şekilde sürüp gitmesi gerekmektedir. “Bir şekilde sürüp gitmesi” için yaptığımız, aslında yapmaya zorlandığımız, onlarca şey var. Hangisinden sonra kendi bildiğimiz “biz” olmaktan çıkıyoruz, hangisinden daha çok yara alıyoruz, hangisinde sadece kendimize zarar vermekle kalmayıp başkalarının canını da yakıyoruz; bilinmez. Ancak mutluluktan uzaklaştıran, kendine yabancılaştıran, sessizliğe sürükleyen, diğergamlıktan pervasızlığa uzanan yolda emin adımlarla ilerleten bir hissi miras bırakıyor bu tanıdık nefeslerin hepsi. Gerhard da tanıyor çalıştığı firmada diğer arkadaşlarını gözleyen bir ajan olmasındaki çarpıklığı, tanıyor ama geçim derdinin yakıcılığından ötürü suistimal ediliyor.

“Kimse bana bir şey yapmadığı halde kendimi suistimal edilmiş hissediyorum. Kimse beni suistimal etmediğine göre ve her zaman suistimal edildiğimi ve bu nedenle de en son suiistimal edildiğim olayların farkına varmadığımı düşünüyorum. Bir saniye sonra firmanın ajanı olarak fena halde suistimal edildiğimi anlıyorum.”

Gündelik hayatın içinde pekala mutsuzluk üretecek olan şeylerde mutluluk kırıntıları arayan Gerhard, en büyük sorgulamaya kendi evinde giriyor. Traduel’un, evlenip çocuk sahibi olmak istediğini öğrendiğinde zaten “evliliğe benzer bir şey” yaşadıklarını hatırlatıyor kendine ve Traduel’a.

“Hastanelerin bürokrasisini aşmak için insan evlenmek zorunda mı?”

Traduel’un evlenmek istemesindeki asıl sebebi, gerçeği, söyleyememesinden ötürü evliliğin sebeplerine dair uzun uzadıya konuşmalar yapıyor ikisi. Bu konuşmalardan birinde; evlenmediklerinde, bir hastalık halinde birbirlerinin refakatçisi dahi olamayacaklarını söylüyor Traduel. Gerhard’ın tavrı ise çok net ve hatta evliliğe karşı direncinin arttığını ekliyor. Ardından “içsel melankolik yozlaşma” olarak tanımladığı şey başlıyor ve partneriyle konuşurken döküp saçmak, kendini açmak yerine zihnine sığınıyor.

“Takılıyorsun gelecek vadeden güzel bir kadının etek ucuna, al sana faturası…”

Sığındığımız zihnimizdeki “faturalar”, bizleri sandığımızdan daha fazla zorlayabilir elbette. Hayat süreklilik arz eden değişimlerle dolu ve insan, bunlara uyumlanması sayesinde bu değişimlerin başındaki geçişleri yumuşatabiliyor ama bazen de sırf kaçma eğilimimizden ötürü acımasızca davranıp, “hayat arkadaşım” dediğimiz insanları, durmadan bize fatura kesen robotlara benzetiyoruz. Kavramlar elbette üzerine konuşulabilir ve tartışılabilir olmalıdır; aksi halde zinciri kırmak, boş olanının içini samimiyetle doldurmak imkansızlaşır. Ancak “son”a ait olan faturaya odaklanıldıkça “süreç” ve “sürdürmek”e ait olan “bağ” kavramının silikleştiğine inanıyorum. Gerhard ve Traduel arasında belki de toksik bir ilişki var, eserin bu haliyle anlamamız pek de mümkün değil bunu ama Gerhard için evliliğe benzer mutlu bir ilişkinin taraflarından bir diğeri Traduel değil. Traduel daha çok ona ne yapacağını söyleyen, onu bunaltan, gereksiz yere evlenmek isteyen, kontrolü elden bırakmayan bir hayat arkadaşı onun için. Sıklıkla iki kişi arasında kurulduğu varsayılan bağın incecikliğini ve bunda etkili olan zamanı düşündürdü bana Gerhard’ın iç konuşmaları. En yakınımızdakiyle kurduğumuz bağ, zamanın geçmesiyle doğru orantıda güçlenmiyor çoğu zaman. Bunun elbette birçok çevresel etkeni var ve o bağın incecikliği, kendimizle kurduğumuz bağın da belirleyicisi.

Hepimizin kendi dört duvarının içinde günlerini geçirdiği bugünlerde Gerhard gibi mutsuzluğumuzun farkına varıp kaygılanıyor, kaygılandıkça içimizden daha da fazla konuşuyoruz. Var olan hassasiyetlerin tümünü yüklenip gündelik hayat tüm hızıyla akarken içsel olarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Bazen mümkün, bazen değil çünkü Gerhard’ın dediği gibi “İçimdeki aşırı hassasiyet nihayet kendini doğru yolda görüyor ama nereye gideceğini bilmiyor.” Verdiğimiz mücadelenin gayesi mutluluk olmalı mı, emin değilim ama türlü zorlukların üst üste geldiği bir yılı bitirirken, Gerhard’ın hikayesinin sonunda da gördüğüm gibi, görmeyi becerdiğimi düşündüğüm bir şey var: İyi olmak zorunda değiliz hiçbirimiz. İyiymişiz gibi davranmaya zorlanırken de suistimal ediliyoruz ve Gerhard gibi bununla yüzleşirken epey zorlanıyoruz. Kendimizi tekrar tekrar yaratmak için bazen bazı anların öylece kalması, durması gerekiyor. Duran ve akan iki ayrı zamanın içindeki insan, mutluluk için mücadele ediyor. Oysa “Mutluluk için böyle bir mücadele gerekmemeliydi.”

Künye: Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk, Wilhelm Genazino, Çev. Süreyya Turhan, Ayrıntı Yayınları, 2020, 160 sayfa.