Hasım…

Türk Dil Kurumu, kökeni Arapça olan “hasım” kelimesinin iki anlama geldiğini belirtiyor. İlki, “düşman”; ikincisi de “bir oyun veya dava ve yarışta karşı taraf”.

Yani, “hasım” dendiğinde, her iki anlamın ortaklaştığı, ancak derinliği düşmanlıkla bitişmiş, “karşı taraflarda” olma konumu ifade edilmiş oluyor.

ABD’nin, devlet olduğundan beri, her zaman hasımları oldu. ABD coğrafi bakımından savunma stratejisini her zaman deniz ötesine yıkmıştır. Atlantik’in berisinde, kendini muhafaza etmiş ve Atlantik’in öte yakasında da hep hasımlarıyla kapışmıştır. ABD toprakları kuzey, güney savaşından başka savaş görmedi. Bu olgu, her iki dünya savaşında da böyle oldu ve içinde bulunduğu bölgesel savaşlar da böyle gerçekleşti. İkinci paylaşım savaşından sonraki en büyük hasımları, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) idi. Sovyetlerin başını çektiği, Varşova Paktı, kuşkusuz Çin Halk Cumhuriyeti, Küba Devrimi, Vietnam Savaşı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki sürdürdüğü savaşlar ve benzerleri, yakın tarihinin en önemli hasımları ve düşmanlarıyla, Atlantik’in öte yanındaki çatışmaları arasındaydı.

NEREDEN NEREYE…

Aralık 2020 tarihi itibarıyla, Türkiye’nin, ABD gözündeki yeni konumu, başka bir büyüteç altına alınmış görünüyor. Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlığı ve stratejik müttefiklikten “hasım” olmaya...

Demem odur ki, yıllarca Türkiye’ye stratejik müttefiklik masalı okuyan ABD, CAATSA yasasının (ABD’nin Hasımlarına Karşı Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) kapsamına bizi de alarak ve gözümüz daha da açılsın diye bir hamle planlamadı elbette. Yaptırımlar kuşkusuz bir hamle. Ancak bu hamle, ABD’nin emperyalist çıkarları bakımından, Türkiye’yi sistem içine yeniden pekiştirmek için atılan adımdan başka bir şey değil. Yasa hükümleri bunu açıkça vazediyor. Yani olan biten, Türkiye’nin emperyalizme yeniden uyum sağlatılması hamlesinde, artık başka bir eşiğe vardığımızı göstermektedir.

Öyleyse tutum olarak ne tavır takınacağız? Acaba anti-emperyalizmi konuşmamız gerekir mi? Gerekiyorsa, nasıl? Siyasal iktidara atfedilebilecek, anti-emperyalist bir tutum olabilir mi?

GEÇMİŞİN İZİNDEN…

ABD ile Türkiye’nin siyasi, askeri ilişkiler tarihi, öyle düz bir çizgide gitmemiştir. Bu ülke, ABD’nin gerçekten dibinden ayrılmayı, bir türlü gündemine alamadığından, daha önce de ambargolar görmüştür. O zamanlar adı CAATSA olmayan nice yaptırımların tezgâhından geçmiştir. Bunlara bir nebze değinerek bu işin ne anlama geldiğini bir defa daha irdelemek gerekiyor.

ABD’nin Türkiye’nin damarlarına akıttığı batı müttefikliği hevesi, ilk olarak Washington’da yaşamını yitiren, Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesinin Missouri zırhlısıyla 5 Nisan 1946’da İstanbul’a getirilmesiyle başlamıştır. Bu zırhlı ABD hegemonyasının bir sembolüdür. Japonya’ya atom bombasının atılmasından sonra, Japonya’nın teslim anlaşması, bu geminin güvertesinde imzalanmıştır. Zırhlının iki kruvazörle bir filotilla olarak İstanbul’a varışı, esasen hem Sovyetler!e bir mesaj ve hem de Türkiye’nin ABD hegemonyasına dâhil edilme kararının bir göstergesi olarak, bugün okunabilir hale de gelmiştir.

Kore Savaşı'nda NATO’ya giriş için kan bedeli ödettirildikten sonra, Türkiye’de açılan NATO ve ikili anlaşmalarla statüleri belirlenmiş ABD üsleri, halen varlıklarını korur vaziyettedir. Bu, ABD ile inişli çıkışlı maceramızın, bu günlere taşınmasına neden olmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmeden önce, 1951'de yapımına başlanan Adana-İncirlik üssü, 1954'te tamamlandığından bu yana, ikili dense de esasen bir Amerikan üssü olarak işlevini sürdürüp gelmiştir. Halen önemli sayıda atom silahlarının muhafaza edildiği bir üs olarak da işlevini sürdürmektedir.

Her biri ayrı bir yazı konusu olan bu tarihsellik içinde, Türkiye’nin ABD’den ilk beklentisi, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak, 1963'te patlak vermiştir. Kanlı katliamların olduğu bu dönemde, İnönü hükümeti, adaya garantör olarak müdahale etmeye kalkıştığında, ABD’den meşhur Johnson mektubu alınmış ve Türk ordusu envanterinde olan ABD ve NATO menşeili silah platformları ve her türlü mühimmatın kullanılamaz olduğu öğrenilmiştir.

Bunun sonraki somutlanmış örneği, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile olmuştur. NATO müttefiki olan Türkiye’ye askeri ambargo başlatılmıştır. Bu arada 1976'da Yunanistan bir yandan cunta yönetiminden kurtulurken, diğer yandan da NATO’nun askeri kanadından ayrılmıştı. Bu vurgu sonraki ilişkilere yansıyan bir yaptırım atfıdır. Bu dönem bakımından, Ecevit koalisyon hükümetinin bir başka günahı daha olmuştur. 1975'te Türkiye, ABD’nin karşı çıktığı haşhaş ekim sahalarını yeniden tarıma açtı. ABD buna şiddetle karşı koydu ve Ecevit koalisyon hükümeti de böylece ve bu iki nedenle iktidardan alaşağı edildi.

Derinleşen ambargo döneminde, bu kez başrolde 1. Milliyetçi Cephe hükümeti iktidarda bulunurken, Başbakan Süleyman Demirel, önce ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’dan sonra da ABD Başkanı Ford’dan ambargonun kaldırılmasını talep etmiştir. İstek karşılanmayınca, 25 Temmuz 1975'te Türkiye İncirlik üssü başta olmak üzere diğer 21 ABD üssünün kapatılması kararını almıştır. İncirlik üssünün statüsü de sadece, NATO’ya hizmet veren bir Türk üssü pozisyonuna çevrilmiştir. Ta ki 12 Eylül faşist darbesine kadar. Demirel hükümeti, iktidardan uzaklaştırılarak, üs kapatma işinin kefaretini ödemiştir.

“Our boys” olarak iktidara getirilen Kenan Evren ve arkadaşları, askeri cunta olarak ilk icraatlarında, kapatılan üslerin yeniden açılması izin verdiler. 24 Ocak kararlarının yürürlüğe girişi aynı dönemdir. Şu anda geçerli olan ABD ile Türkiye'nin imzaladığı Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) cuntanın ikinci 1980 icraatıdır. Ve tabii ABD baskısı ile Türkiye, yukarıda bahsedilen Yunanistan’ın NATO’ya dönüş vetosunu da hemen kaldırmıştır.

Yani bu tarihi dönem, bir defa daha Türkiye’nin emperyalizm boyunduruğuna pekiştirildiği, derin acıları barındıran bir kavşak olmuştur.

Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonraki dönemde, devlet eliyle savunma sanayi yatırımlarına başlamanın ilk adımlarını da atmıştır. Onun kefaretinin, bugünkü CAATSA yaptırımlarına konu olduğunu vurgulayarak devam edeyim…

1987 yılı, Türkiye’nin ABD ile yeni bir kavşağa gelişinin hikâyesini de içinde barındırır. 1980 sonrası peydah ettirilen Ermeni terörü ve 1985'ten itibaren Türkiye gündeminde çözümsüz bir konu olarak sokulan Kürt meselesi, ABD müesses nizamının, bölgede almak istediği yeni pozisyonlarla ve Türkiye’nin buna konsolidasyonu arasındaki daraltılmak istenen açının bir başlangıcını sembolize etmektedir. ABD Dışişleri Bakanı George Schultz, 16 Mart 1987'de Türk mevkidaşı Halefoğlu'na yazdığı mektupta, “ABD, terörizmle mücadelede Türk hükümeti ile iş birliği yapma konusunda kararlıdır” diyordu. Bu ifade, o dönemler sevinçle karşılanırken, sonrasında Türkiye, bunun bir karşılığı olmadığını bugüne uzanan ve yaşadığı yeni deneyimlerle öğrenmiştir.

1991'de başlayan I. Körfez Savaşı dönemini geçerek AKP dönemine gelecek olursak, iktidara getirtilen bu hükümetin, ABD ile ilk sorunu, II. Körfez Savaşı'na ittifak unsuru olarak girmesini sağlayacak ve ABD ordusunun da Türkiye üzerinden konuşlu olarak, savaşı sürdürmesine olanak sağlayacak tezkerenin Meclis'te reddedilmesi olmuştur. Hükümet olarak AKP tersini talep ederken, tezkere, nisap oyu tutmadığından hem ret olmuş ve hem de AKP’nin çabası akamete uğramıştır.

Sonrasında gündeme BOP eş başkanlığı gelir. Ne ki bu eş başkanlık işinden de AKP adına umut edilen çıkamamış ve gerek Irak ve gerekse Suriye’de ABD eliyle, bir vesayet Kürt devletinin kurulması siyaseti gündeme girmiştir. Günümüzde de devam eden sorun ve ihtilaflar, halen gündemde durmaktadır. 2003’te Süleymaniye’de zuhur eden askerin kafasına çuval geçirilmesi konusu sessizlikle geçiştirilmiştir. 2005'de Annan Planı'nın gerçekleşmesi için verilen tavizin adı Rauf Denktaş olmuştur. Mesut Barzani muhabbeti ve hem Suriye ve son olarak Libya’daki olayların gelişim çizgisinde ABD ile paslaşmalar halen taze anılar olarak kenarda durmaktadır.

CAATSA NE ÖĞRETİYOR?

ABD, Türkiye’den rahatsızdır. Rahatsızlığın temelinde, ABD siyasetinden kopuş anlamına gelecek bazı izlerin bulunduğu düşünülmektedir. Türkiye’nin, silah platformları bakımından, ABD müşteriliğinden bir kopuş evresine girilmiş olması, artık bir izlenim olmaktan çıkıp, kuvveden fiile geçiş olarak okunmaktadır.

Yani kâğıt üzerinde mesele, sadece basitiyle Rusya’dan satın alınan S-400 sistemi değildir. Türkiye’nin kendine yeterli ve hatta silah satışında rakip olma aşamasına geçiyor olması, S-400 bahanesine zemin oluşturmaktadır. Zira Yunanistan’da Girit Adası'nda bulunan Rus yapımı S-300’ler ABD için bir sorun oluşturmamaktadır.

Şimdi geldiğimiz nokta, Türkiye buna ne karşılık verir aşamasıdır.

Yani buradan, Türkiye adına bir bağımsızlıkçı tavır ve anti-emperyalizm okunabilir mi?

Evet diyeni de var; ihtiyatlı duranı da…

Gelinen noktanın, ulusalcı damarları okşayan bir görüntüsü olsa bile, bir gerçek hatırlanmalıdır. Kapitalist emperyalizme kolunu kaptıranın, bu bataklıktan kolayca çıkamayacağı ya da buna izin verilmeyeceği iyi bilinmek durumundadır. Olma umudu hiç mi yoktur? Evet vardır! Ancak onun bir de koşulu vardır. Yani anti-emperyalist bir tutum içinde olmak için, temel koşul, kapitalizme karşı olmayı da beraberinde içermek durumundadır.

Türkiye’nin ABD ile olan ilişkileri, rastgele olaylar bütünü olmaktan çok konjonktürel ve esasen yapısaldır. ABD ile olan ilişkilerin, NATO ve batı ittifakına koşulsuz biat mekanizmaları ile çok içselleşmiş olduğu görülmektedir.

Hemen yakın tarihten bakıldığında, geçen sene 12 Aralık'ta ABD Senatosu, 1915 olaylarını soykırım olarak kabul etmiştir. Rahip Brunson davası bir güldürü tiyatrosuna benzer biçimde sonlandırılmıştır. AKP iktidarının hayati gördüğü FETÖ iadesi, ABD’nin gündeminde bulunmamaktadır. Ve CAATSA yaptırımlarının mimarı olan Pompeo'nun, geçtiğimiz haftalarda veda turu görüntüsünde bölge ülkelerine ziyaret yaparken, Türkiye’de yönetimle görüşmeyip sadece Ekümeniklik vazeden Fener Patriği ile görüşmesi bile yapısal sorunların örneklerinden sayılabilir.

İki ülke arasında kimsenin yadsıyamayacağı ölçek fark ve büyüklükleri de vardır. ABD’nin ekonominizi mahvederiz veya şimdilik mahvetmek istemedik demelerindeki çap farkı, sadece korkutma temelinde değil, ABD emperyalizmin nasıl baskın ve son derece fütursuz bir hegemonya olduğuna işaret sayılmalıdır.

Kısacası, ABD bölgeyi yönetmekte eski çapında olmamakla beraber, halen dünya jandarmalığından vazgeçmiş de değildir. Biden, demeçlerinde, bunun işaretlerini söylem olarak vermekte ve özellikle Atlantik Paktı içinde en büyük merkez olma oyununu sürdürmeye kararlı görünmektedir.

Türkiye yönetimi, ''ABD konusunda da aldatıldık'' sözünü henüz söylememiştir. Yeni gelen Başkan Biden’a iktidar tarafından verilen mesaj da çok açık ve nettir. Türkiye batı ittifakının içinde kalacaktır sözü, “el uzatıyoruz, el uzat” mantığını taşımaktadır.

Daha önceki yazılarda, Türkiye’nin bölgesel olarak (Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Kafkaslar, Ege denizi, Balkanlar, Filistin, Libya ve Kuzey Afrika) bu coğrafyada oynamaya çalıştığı yeni rolünü irdelemeye çalışmıştım. 10 Aralık AB başkanlar toplantısında da AB’nin yaptırım kararı alamayacağını ve Biden’ın beklendiğini vurgulamıştım.

Tablo aynen gerçekleşmiştir. Yegâne ekstra olgu, yaptırım kararlarını Biden’a bırakmayan Pompeo, CAATSA’yı Trump’a imzalatarak, Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir zor sayfası açarak gidiyor.

Yakın ve orta vadede alınan bu yaptırım kararları Türkiye’yi, askeri silahlanması bakımından bir zora sokmaz. Uzun vadeli olarak da durumun ne olacağı, yine “bekle-gör” sürecine yazılmış vaziyettedir.

Rusya, Türkiye’nin NATO ittifakından ayrılmayacağını bildiklerini, dışişleri sözcüsü ağzıyla açık etmiştir. Buna karşın, Türkiye ile beraber CAATSA yaptırımlarına tepki göstermiştir. Muhtemelen Çin açık bir bildirge vermeyecek olsa bile, bir koçbaşı olarak Türkiye ile bölgesel ilişkilerini derinleştirmek isteyecektir.

Gerek Rusya ve gerekse Çin ile muhtemel ilişkiler, CAATSA yaptırımlarının baskısını hafifleten unsurlar olarak tezahür edebilir. Ancak ABD dâhil, bu güçlerle gerçekleşen tüm ilişki biçimlerinin arka fonu kapitalist pazarda “kazan-kazan” manzarasıdır.

O nedenle, tam bir bağımsızlıkçı türkü söylenmesi de bu ilişkiler bağlamında yapısal olarak mümkün görünmemektedir.

Sol cenahın, öteden beri söylediği iki kimlik sloganı vardır. “NATO’dan çıkılmalı” ve “Üsler kapatılmalıdır”. NATO’dan çıkış şiarı özünde haklı ve doğru olmakla beraber, Türkiye’deki iktidarın yegâne politik manevra sahası, ne acı ki, şimdi yine NATO’ya tutunmaktır. Yani düşünülse bile telaffuz edilmeyecektir. Ancak üs kapatmayı denemiş bir ülke olarak, bunun gündeme alınması, ABD düzen kurucuları bakımından hayli caydırıcı olmaya adaydır.

Kapitalizmde, ayı ile yatağa girmenin her zaman bir bedeli bulunmaktadır. Mesele yatağa girme işinden vazgeçip, geçmeme kararıdır.

CAATSA’nın arz ettiği ve düşündürdüğü manzara bunlardır.

Umut saklımızda hep bir bayraktır.

Bayrak, bir gün, gündemden bunların çıkarılacağı yeni bir dünya kurma iradesine sahip olmaktır. İrade,  doğru tahlil ve nesnel koşulları iyi tanımlamak ve harekete geçebilmektir.

Bu hayata geçmediği müddetçe, ötesinde konuşulanlar sadece hoş sohbettir.

[email protected]