Hakikati kurtarabilir miyiz ‘post’un elinden?

Günümüzün kafası karışık ideologları postmodernizmi ve onun son yıllardaki  çaresiz atağı post truth’u bir olgu, bir durum olarak anlatmayı tercih ederler. Onlara göre  “gerçeklik” ile o gerçeklikle ilişkili zihnin faaliyeti olarakhakikat” kavramları, modernizmin bu asli unsurları önemsizleşmiş, modernizm de ölüm döşeğine yatmıştır. Postmodernizmin “tarafsız” savunucularına göre bu durumun nedeni Rönesansta insanın hakim olabildiği bilginin, kolaylıkla gerçekleştirebildiği entelektüel faaliyetin, birikmiş veri ve bilgi miktarının tek bir insanın kuramsal olarak hakim olabileceği ölçüleri aştığı için düşüşe geçmesi, nihayet imkansızlaşmasıdır. İnsanın bireyin tüm bilgiyi hatmedebildiği bir evrenden, bilginin ancak çok çok minik bir bölümünü öğrenebileceği bir döneme geçilmiştir. Bu da evreni, dünyayı, insanı tarih içindeki yerini bir bütün olarak anlatabilen büyük anlatıların da sonu anlamına geliyormuş. Bilimsel bilgi artık doğrulanamıyor, tam tersine “yanlışlanabiliyormuş.” Kısacası bilim artık kuşkuluymuş, nesnel gerçekse metafiziğe havale…

Bir olgu olarak tartışmasız kabul edilmesi beklenen postmodern durum, internetin keşfi ile modernizmin son darbeyi yediğini de ilan ediyor, denetimsiz bilgi ya da spekülatif uydurmalar yığını, sonsuz veri - kanıtsız yorum kaosu içerisinde olgular, gerçekler ve hakikat önemini yitiriyor. İşte post truth, “hakikat sonrası” ya da kimilerinin tercih ettiği adlandırmayla “hakikatin önemsizleşmesi” çağımızı belirleyen karşı konulmaz bir durum, bir sonuç olarak ortaya çıkıyordu.

Ne yapacağız peki biz bu müthiş postmodern gerçeklik karşısında? En iyisi biz yine bildiğimiz ve gerçekten de pek yalın olan sorularımızı sorarak ilerlemeye çalışalım. Hakikat nedir, nerede bulunur, alınır satılır mı, yoksa artık piyasada bulunmuyor mu; ya da boyun eğmişlerin söylediği gibi askıya mı alındı, hakikatin ötesine mi geçti insanlık, hakikatin peşinde koşmuyor muyuz artık, öldü mü hakikat;  Hakikatin pisuvardan bozma mezar taşında “post truth hastalığından kaybettik tarih dersinde, el Fatiha” mı yazıyor? Nedir bu esrarengiz hakikat? Ben de kitapları önüme koydum, karıştırdım sayfalarını, bildiklerimi bilmediklerimle çarptım, topladım, çıkardım, kimi temel metinlerden yola çıkarak kavramaya çalıştım; doğrusunu yine en iyi siz bilirsiniz ey okur her zaman olduğu gibi ama okuduğumu anlamak ve kendimce aktarmak da artık ne anladıysam benim borcum, ertelenmez işim olsun.

***

Hakikati kavramak için önce gerçekten, somut olandan yola çıkmak gerekir diye yazıyor kitaplar. Ama bu somut olanı da iyi tanımlamakta yarar var. Bizim çıkış noktamız, insan bilincinin dışında bir gerçekliğin bulunduğudur. Biz bu gerçekliği bilincimizle kavrayamasak da onun varlığı kuşkusuzdur. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, insanın bilinci kendi dışındaki gerçekliğin tamamını bilemez. Öyleyse hiç vakit geçirmeden söyleyelim ki, postmodern ulemanın “eskiden her şeyi bilen insan artık bilemez oldu” iddiası boş laftır. Devam edelim; bilincimizin dışında, ondan bağımsız varolandan söz ediyoruz. Nedir ki bu bilincimizin dışındaki varlık? Nesneler mi? Hayır yalnızca nesneleri anlatmıyoruz; gerçek, gerçeklik yalnızca duyularımızla algıladığımız nesnelerden oluşmuyor, duyularla algılanamayan ilişkiler, süreçler de somutun gerçekliğin kapsamındadır. Ama bu somutun yani nesnelerin, ilişkilerden oluşan nesnel süreçlerin bilgi haline gelebilmesi için ayrıştırılması, soyutlanması, yeniden birleştirilmesi ve “düşünülmüş somuta” dönüştürülmesi gerekiyor. Bilginin, bilimin, yazıp çizdiklerimizin, şarkının, sözün, resmettiklerimizin, kültürün, sanatın hizmetindeki somut, iştir diye önümüze konmuş çöp değilse, işte bu düşünülmüş somuttur.

 Özetle bilincimizin dışında var olan, duyularımızla algıladığımız nesnenin yanı sıra duyumsadığımız gerçekliğin, soyutlama yoluyla ama bu kez düşüncede yeniden oluşturulması gerekir. Somut gerçeklik karmaşıktır, bizim ampirik yolla deneysel yöntemle gözlenen evrenin sonsuz gerçekliği ve bunlar arasındaki sonsuz ilişkiyi tanımlamamız hatta farkında varmamız imkansızdır. Demek ki neymiş, somut gerçeklik  post truthçuların iddia ettiği gibi yeni bir durum da değilmiş. Bizim gerçeklikle ilgili nesnel bilgimiz ne kadar artarsa artsın ulaşılması gereken bilgi daha da genişleyecek karmaşıklaşacaktır. İşte bu nedenle internet cıngılında da yolu bulur, soyutlamaya başvurur, gerçeği sınıflandırır, ilişkilendirir bir düzene sokar ve bilgi düzeyine çıkarmayı amaçlarız. Korkulacak olan o cıngıl değil, “big data”yı insanın, insanlığın aleyhine kendi çıkarı için kullanan sistemdir.

Özetin özeti; somuttan soyuta soyuttan tekrar somuta ama bu kez düşüncede yeniden üretilen düşünülmüş somuta giden bir süreçten söz ediyoruz. Peki hakikat bunun neresinde?

***

Tam da işte bu düşünülmüş somut sayesinde biz gerçekliğin yanıltıcı görüntülerinden arınmış, karmaşıklıktan kurtulmuş hakikate ulaşırız. Burada hakikat, öznenin yani bu süreci yöneten insanın gerçeklikle kurduğu ilişkidir, bir başka deyişle gerçekliğin içindeki potansiyellerin somut gerçeklik yoluyla harekete geçirilmesidir.

Burada sabit değişmez bir hakikatten söz edilmediğini özellikli vurgulamak gerekir ki, post truthçuların hakikati yok ettikleri saçmalığı yaygınlaşmasın, bize de bulaşmasın. Sabit, hareketsiz bir gerçeklik yoktur. Dolayısıyla da değişmez mükemmel sonsuza kadar insanlığın kabul edebileceği ulvi metafizik bir hakikatten söz etmiyoruz. Hakikat, gerçekliğin her dönüşümünde yeniden üretilir. Üstelik bu hakikatler de gerçekliği saptayan ve yorumlayan yani düşünülmüş somuta dönüştüren öznenin, “failin” kim olduğu ile de yakından ilgilidir.

Yani gerçekliğin soyutlanması değişmez, aşkın bir hakikatin ifadesi olmayacak, hakikat de öznenin, örneğin gerçekliğin içindeki potansiyelleri değerlendiren bir sınıfın hakikati olacaktır. O nedenle de post truthçuların öteledikleri, “askıya aldıkları” hakikat, sanıyorum ki, herkese mal ettikleri, yanlış kurgulanmış, kaş yapayım derken göz çıkaran, teori düzeyine yükselmeye çabalarken tozlaşıp yok olan, başlangıç noktasını inkar eden, “ah ne güzel, artık bilim de yanlışlanabiliyor” diye sevinerek bilimsel gelişmeyi inkar eden, kendi ayaklarının altındaki toprağın yani nesnel gerçekliğin de kayıp gittiğini fark etmeyen, doğal olarak uydurdukları hikaye öyle gerektirdiği için kaçınılmaz olarak nihilist bir hakikattir.

Peki öyleyse bu müntehir teori neden hâlâ piyasadadır? Ölü ya da diri işe yaramasaydı suni teneffüsle de olsa yaşatılmaya çalışılır mıydı? Her ne kadar Duchamp’ın pisuvarı 1917 tarihli olsa da, postmodernizm ikinci savaş sonrasının icadıdır; görevi canlanma işaretleri gösteren solun kültür sanat dünyasından üstelik sol kılığında felsefe marifetiyle tasfiye edilmesiydi. Paris’te boy gösteren nazi artıklarının, Nürnberg’den kurtulmuş filozofların, “istisna teorisyeni” hukukçuların da desteği ile yayılmış postmodernizm ABD’ye New York’a  taşınınca iyice semirdi; kültür - sanat aleminin yeni Andyleri, eski yıldızları yeniden parlattılar, pisuvarcı Duchamp hayranları onu bile aştılar, büyük rağbet gördüler. Her zaman olduğu gibi Türkiye’ye girişi sonradır. Şimdi başka ülkelerde ipliği pazara çıktığı halde Türkiye’de hâlâ piyasa yapmasının nedeni budur. Neyse geç olsun güç olmasın.

***

Eleştirel Kültür sitesinde yer alan Muhammet Başpınar’ın “Postmodern Sanat: Bir Uyanış mı Yoksa Bir Aldanış mı?” başlıklı yazısından bir kaç cümleyle son verelim biz de yazımıza. Böylece “sanat öldü  kültür bitti edebiyat bildiğiniz gibi değil, felsefe de işe yaramıyor, şimdi ne varsa “iş”tedir, “iş”tir, bir zamanlar ne gerek varsa “protest bir eylem türü” iken şimdi neyse ki reklama dönüşen pek estetik “enstelasyon - yerleştirme”dir önemli olan; biz de artık yolu tıkayalım da, entellerimiz huzur içinde döne döne sema dönsünler” diyen postmodern evliyaya zehrini içinde taşıyan postmodernizmin geleceksizliğini söylemiş olalım. Şöyle yazıyor Başpınar:

“Modernizmi post”lamış olan postmodernizmin kendisi daha fazla postlanamayacak bir son dönem mi acaba? Öyle değilse bile estirdiği rüzgarın kulağımıza fısıldadığı ninni öyle söylüyor: Operasyon tamam, artık huzur içinde uyuyabilirsin yavrucuğum.” (…) Her tarihsel çağdan ayrı ayrı yükselmiş kıyamet çağrılarına karşın her bir dönemin gelip geçtiğini, yeni bir dönemin kapısı aralanır aralanmaz, apokaliptik fantezileriyle birlikte kapanıp gittiğini biliyoruz. Tarihsel dönemler, farklı düşünüş, duyuş, üretiş biçimleriyle birbirlerinden ayrılır ve kendilerine özgü bir zeitgeist” (zamanın ruhu) ile karakterize olurlar. Postmodernizmin zeitgeist”ı da tek kelimeyle işte bu sonrasızlık, bu kendisiyle birlikte her şeyin the end” noktasına ulaşmış olduğunu sanma sendromu.”

***

Hastalıktır işte, “tarihin sonu” diyenlerin hastalığıdır, tedavisi yoktur; kendi yolumuzdan gidelim biz de öyleyse; diziler sayesinde şimdi herkesin bildiği şiir oldu Turgut Uyar’ın insanı, aşkı hayatın içinde yüceleştiren şiiri; ona uyalım, dünyanın binbir derdi içinde postalanamayan hakikate sığınalım; “göğe bakalım…”