İzafi olduğu ezelden beri belirtilse de ortalama güzellik anlayışı aynıdır. Söz konusu olan kadın güzelliğiyse hemen akıllara orantılı hatlara sahip bir vücut, ince bel, pürüzsüz bir cilt, sağlıklı saçlar, dolgun dudaklar ve memeler, biçimli bir burun, uzun kirpikler, gür kaşlar vb. gelir. Saçın kısa veya uzun, memelerin iri veya küçük, tenin beyaz veya esmer olması erkeğin ideasına bağlıdır.
Peki, güzellik gerçekten bu mudur? Güzellik; görenin takdiridir; zira rengi, deseni, biçimi gören için anlam oluşturur. Güzellik, özün yansıttığı biçimdir. Kimi zaman incecik, cesur, istikrarlı ama bir o kadar da kırılgan bir bakışta, kimi zaman da sonu getirilememiş cümlelerde gizlenen şeydir. Samimiyetin, kendiliğin yansımış halidir. Dahası karakterden, mayadan gelen bir özelliktir. Yani bu kavramın Angelina Jolie'nin dudağıyla da Brad Pitt'in poposuyla da ilgisi yoktur.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde ülkelerin birinde... Hayır, hikâye böyle değil. Çünkü anlatılan hikâyede güzel kadınlar mutlu sonların değil; mutsuzluğun, belanın, lanetin sembolüdür. Eka Kurniaan'ın "Güzellik Bir Yaradır" adlı kitabında, fahişe Dewi Ayu 51 yaşında üç dünya güzeli çocuktan sonra çirkinler çirkini bir kız olan Güzel'i doğurur ve bir süre sonra ölür ama usulüne uygun gömülmemiş her şey gibi o da 21 sene sonra dirilir.
Endonezya'nın yakın tarihiyle halk hikâyelerinin harmanlandığı büyülü gerçekçi bir evrende güzelliğin yaralarına bir ailenin üç nesli boyunca şahit oluruz. Dewi Ayu'ya çirkin bir çocuk doğurması için gece gündüz dua ettiren hayatı görürüz. Ülkenin Hollanda sömürgesi olduğu zamanlardan II. Dünya Savaşı'ndaki Japon işgaline, oradan da gerilla ve bağımsızlık dönemlerine uzanırız.
Savaş sırasında kadınların Japon askerleri memnun etmeleri için genelevlere kapatılmasını, çalkantılı siyasi dönem boyunca yoksulluğun pençesinden kurtulamayan kadınların dayatılan hayatlarına devam etmek zorunda kalmasını, güya barış ve sükunet zamanında ise kadının üzerinde hak sahibi olmayı ya da sadece "sevmeyi" isteyen erkeklerin siyaha boyadığı tuvali gördüğümüzde güzelliğin hep bir yara, hep bir bela olduğunu duyumsarız.
Romanda anlatılan tecavüz, ensest, şiddet ve komünist katliamı sahneleri, yöresel efsaneler ve büyülü gerçekçilik olmazsa okuru fazla yoracak cinsten ama Endonezya tarihinin, siyasetinin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sergilenmesinde büyük rol oynuyor. Belki de bu yüzden tahammül edilmesi güç, ürpertici tasvirleri, kanımızı donduran hadiseleri derin derin soluyarak okumaya devam ediyoruz.
“Uzun zaman önce bir imamın camide cennet hakkındaki sözlerini dinlemişti; nehirlerden süt akacak, bakire huriler emirlerine amade olacak, tüm istekleri yerine gelecek, hiçbir şey yasak olmayacaktı. Tüm bunlar kulağa çok güzel geliyordu; gerçek olamayacak kadar güzel. Onun bu görkemli şeylere ihtiyacı yoktu; herkese eşit miktarda pirinç düşmesi onun için yeterliydi. Belki de tüm temennilerin en görkemlisi buydu.” bölümünde bahsedilen erkekle, eşinin ablasıyla da sevişen adamın aynı kişi olduğunu, dahası "Güzel bir kızla sevişmekten ne farkı vardı ki, hissettiğim şeyler tıpatıp aynıydı, her şekilde menim fışkırıyordu, bu yüzden onu sikmeye devam ettim." diyen erkeğin güzellik & çirkinlik kavramlarını nasıl da basitleştirdiğini okudukça güzelliğin & "sevginin" en büyük yara olduğunu anlıyoruz.
Güzellik... Güzelin doğrudan tüketebileceği bir şey değil, karşısındaki tüketebilir onu. Çünkü sahibine acı, çevresine haz verir. Oysa güzellik görmek istediğiniz bir imge ya da duymak istediğiniz bir şarkı değil; gözleriniz kapalı olsa bile görebileceğiniz bir imge, kulaklarınız tıkalı olsa bile işitebileceğiniz bir şarkıdır. Güzellik, dört mevsim çiçek açan bahçede birbirine sevdalanan, birbiri için emek harcayan gül ile bülbüldür nihayetinde. İşte tam da bu sebeple kurtuluş zeki kadınların güzel bakışlarıyla donatılan bir ülkede var olacaktır gelecekte.
Künye: Güzellik Bir Yaradır, Eka Kurniawan, Çev: Emre Gözgü, Domingo Yayınları, 2017.