Görünmeyenin mevcudiyeti

Büyük John Berger’e göre, iyi bir fotoğrafın sırrı, gösterdiklerinden çok göstermediklerini akla getirmesidir. Fotoğraf karesine savaşın vahşetini sığdırmadan savaşı düşündürtmek; zaferin coşkusunu göstermeden zaferi hissettirmek. 

Görünmeyenin mevcudiyetine tanıklık etmek yani.

Peki, toplumsal ve siyasal manzaranın fotoğrafına baktığımızda da böyle olması gerekir mi?

Berger bir vesile oldu ama, solun, içinde bulunduğu koşulları çözümleme tarzında tam da böyle bir ‘vizör’e ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.

Gösterdiğiyle görünmeyeni akla getiren bir vizör...

***

Gramsci’yle başlayalım.

Büyük İtalyan marksist, siyasetin, kapitalist toplumun deviniminin bir yansıması olduğunu, fazla basitleştirilmiş bir şema diyerek, reddeder. Ona göre siyaset, elbette içinde konumlandığı kapitalist toplumun deviniminden bağımsız değildir; ancak bu devinim sırasında ortaya çıkan bütün eğilimlerin gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk yoktur. Eğer olsaydı, yani kapitalizmin deviniminin yarattığı eğilimler zorunlu ve eksiksiz olarak gerçekleşseydi, ne devrimci mücadele ne de hatta siyasetin kendisi anlamlı olurdu.
O halde, Gramsci’nin açıklaması, bizi dolaysız biçimde şu sonuca götürüyor: Evet, kapitalist toplumun devinimi çeşitli eğilimler yaratır, ancak bu eğilimlerden hangilerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği siyasal alandaki mücadele tarafından tayin edilir. Diğer bir deyişle, verili bir andaki eğilimler hakkında son söz siyasetin ve pratik mücadelenindir.

Benzer bir vurguyu, Fransız düşünür Ranciere’de de görüyoruz. Ranciere, siyasetin doğasının ampirik doğruluk ile ilgisinin çok az olduğunu ileri sürerek, asıl hususu şöyle işaretliyor: Tarihsel/toplumsal yapının tarifi ile olası olanın haritası arasındaki bağlantıyı kurmak.

Bir kez daha ve bu defa Ranciere vesilesiyle, belirli bir yapı ile onun barındırdığı eğilimlerin kaderi arasındaki boşluğa bakıyoruz aslında. Bu boşluğun ima ettikleri arasında en dikkat çekici olan ise şu: Verili bir andaki yapının/sürecin eksiksiz bir fotoğrafını çekmek (ampirik doğruluk) yeterli bir çözümleme düzeyi sayılamaz; çözümlemenin yeterli olması için ampirik olarak ölçülemeyeni, olası olanı ama fotoğraf karesine giremeyeni de görmek, hesaba katmak ve siyasal pratiği bu ilave ile kurgulamak gerekir.

Verili anı aşmanın mecburiyeti, görünmeyenin mevcudiyetinde saklıdır çünkü.

***
Buradan nereye varabiliriz?

Yazının başında, ülkemiz solunun da gösterdiğiyle görünmeyen akla getiren, görünmeyenin mevcudiyetine tanıklık eden bir vizöre ihtiyacı olduğu söylemiştik.

Bu açıdan bakınca, mevcut toplumsal ve siyasal koşulları çözümleme gayretinin, sadece bununla sınırlı kaldığında, bir yerden sonra kendi kanalını tıkayan bir boğuma dönüştüğü görülüyor. Çünkü, verili andaki manzaraya bakarken, çerçevede görünmeyenler, yapının içinde filizlenen olasılıklar ıskalanıyor. Yapı, salt kendine daraltılmış bir çözümleme nesnesi statüsü kazandığında, doğal olarak kendi dışına uç vermiyor.

Misal, ülkemizde bir tür faşizmin adım adım inşa ediliyor olmasının devamlı surette (tabi, sadece) çözümlenmesi, şiştikçe kendi üzerine kapanarak faşizme geçişi durdurabilecek toplumsal ve siyasal eğilimleri gölgeliyor, faşizmin olasılıklarına ışık tutarken karşı-olasılıkları karartıyor.

Kuşkusuz, burada verili anı, örneğin faşizmin kurumsallaşmasını çözümlememek değil önerilen. Söylemeye çalıştığımız şey şu: Faşizmin çözümlenmesi, eğer faşizmi yıkacak eğilimleri ve olasılıkları da barındırmıyorsa ve faşizme karşı mücadele bu olasılıklar hesaba katılarak kurgulanmıyorsa, ne faşizme karşı başarı kazanmak ne de eksiksiz ve doğru bir çözümleme yapmak mümkündür.

Ezberden söylenen işçi sınıfı şarkıları, tahammül seviyemizi artırmaktan başka bir işe yaramayan övünmeler, elbet bir gün çökecek bu düzene gözdağı vermeyi uman mesyanik ilahiler kast ettiğimiz “hesaba katma” ile pek az ilgilidir. 

Verili anın çözümlenmesi ile olası olanın hesaba katılması dediğimiz, Türkiye’yi mevcut Saray Rejimi’nden kurtaracak olan mücadelenin, bu mücadelenin bileşenlerinin, bu bileşenleri buluşturacak talep ve hedeflerin kurulmasıdır. 

Bu, başlı başına kurucu bir siyasettir elbette ve çözümleme düzeyinde hesaba katılmayan olasılıklar, siyaset düzeyinde hareket alanının tümden kaybına yol açmaktadır.

***

Bir de Althusser’e uğrayarak bitirelim.

Althusser’e göre, tanımladığı alandaki her ilişki ve sorunu gören varlık bir özne değildir; özne, tanımladığı alanda ve o alanın sorunları içinde kendisini görendir.
Faşizmi gören değil, faşizmin karşısında kendisini görendir yani. 

Kendisini, faşizmin yenilmesinin olasılıklarına yaslayan, hatta giderek faşizmi yenmenin olasılığına dönüşendir özne.
Bu da ancak, kendisini yapı ile eğilimler, koşullar ile olasılıklar arasındaki boşluğa yerleştiren kurucu bir siyasetle mümkündür.

Görünmeyenin mevcudiyeti, böylesi bir kurucu siyasetin de temelidir çünkü.