Gezi'de çatlayan pranga

Haydi, basit bir tespitte anlaşalım da işimiz kolaylaşsın:

Toplumsal mücadelelerde bir kavrama ya da değere hangi sınıfın ihtiyacı varsa, o kavram o sınıfa aittir.

Zannedersem bu tespite pek itiraz gelmeyecektir.

Bu tespiti, örneğin, yurt veya yurtseverlik kavramına uygulayabiliriz. Tarihte pek çok kez, egemen sınıf olarak kapitalist sınıfın 'yurt'u gözden çıkardığı, ülkenin talan ya da işgal edilmesine karşı sessiz kaldığı hatta çoğu örnekte 'işbirlikçilik' yaptığı tecrübeyle sabittir.

Kapitalist sınıf, 'yurt'u gözden çıkarabilir zira kâr manyağı olan bu sınıf, son tahlilde, kendini emperyalist-kapitalist sistemin doğasında olan bağımlılık ilişkilerinin dalgalı sularına atmakta beis görmeyecektir. Başa gelen çekilir diyecek ve ülkesinin kapılarını talancıya, işgalciye açacaktır.

Emekçi sınıfların ise gidecek başka yerleri olmadığı için bir yurda ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaç, milliyetçilik tarafından, evet, kolayca manipüle edilebilir. Ancak her ne olursa olsun, milliyetçilik manipülasyonu tehlikesi var diye, emekçi sınıfların yurtları ve yurtseverlik kavramı ile ilişkisi gözden çıkarılamaz, değersizleştirilemez.

Başta da söylediğim gibi, bu tespitle ilgili ciddi tartışmalar bulunmuyor. Asıl sorun şurada başlıyor: Ya sınıf, bir kavrama ya da değere duyduğu ihtiyacın farkında değilse? Bu durumda; (1) sınıfın neye ihtiyacı olduğuna kim karar verecek ve (2) ihtiyaç kavramı bu noktada sübjektif bir anlam kazanmayacak mı?

Sınıflar mücadelesi teorik alanla sınırlı değildir. Politik ve ideolojik alanlar vardır ve bu alanlar yukarıdaki soruların varlık nedenidir. Sınıfların ihtiyaçlarının belirginleştirilmesi, bazen imal edilmesi, yeniden üretilmesi gibi bir mesele başlı başına ideolojilerin ya da ideolojik mücadelenin ilgi alanına girmektedir. Sınıflara öncülük edilmesi, sınıfın gündelik sorunlarıyla tarihsel hedefleri arasındaki açının ikincisi lehine kapatılmaya çalışılması da politik alana ilişkindir. Siyaset aynı zamanda sınıfın ihtiyaçlarını tayin edebilme ve onlara yön gösterebilme iddiasıdır. Sübjektiftir, yani özneldir ve siyasette 'özne' vardır.

Varmak istediğim nokta laiklik meselesidir ve sonda söylenecek olanı başta söyleyerek bu bölüme giriş yapılabilir.

Türkiye'de laiklik emekçilerin çok yakıcı bir ihtiyacıdır ve bu kavram emekçi bir karakter taşımaktadır.

HYDE PARK'TAN GEZİ PARKI'NA

Yine tarihte örnekleri mevcuttur. Uzaklara değil Marx'a bakmak yeterlidir.

Hayatını işçi sınıfının iktidarına adamış olan Karl Marx, örneğin Yahudi Sorunu Üzerine adlı eserinde, burjuvazinin temsilcileriyle laiklik alanında bir tartışmaya girmiş, burjuva laikliğin sınırlarını göstermiş, mirasçısı olduğu aydınlanma düşüncesine eşitsizliğin yani emek sömürüsünün ortadan kaldırılması gibi muazzam bir katkıda bulunmuş ve nihayet dinin toplumsal alanda özgürce örgütleneceği bir laiklik anlayışını (bugünkü deyişle özgürlükçü laikliği) yerle bir etmiştir.

Marx burada kalmaz... Bu eserden tam 22 yıl sonra (1866); yani burjuvazinin ilericilik barutunu tükettiği, artık laiklik vb. alanlarda hak iddia etmekten uzaklaştığı bir dönemde kaleme aldığı bir haber makalesinde Hyde Park'ta yapılan kilise karşıtı bir gösteriyi anlatmış ve bu kavramın neden emekçi karaktere sahip olduğunu açık seçik ortaya koymuştur.

Marx'ın haberine konu olan gösteri Hyde Park'ı Hyde Park yapan gösteridir. İçki tüketimi saatlerinin sınırlanmasına ve emekçilerin sokağa çıktıkları tek gün olan pazarları Kilise'ye mecbur bırakılmalarına karşı Çartist liderlerin önderliğinde düzenlenen ve yüzbinlerin sokağa çıktığı miting, İngiltere tarihinde büyük bir öneme sahiptir.

Marx, egemen sınıfın emekçilere reva gördüğü yaşam biçimini şu sözlerle anlatır:

"18. yüzyılda Fransız aristokrasisi şöyle diyordu: Bizim için Voltaire, halk için ayin ve aşar (vergisi y.e). 19. yüzyılda İngiliz aristokrasisi şöyle diyor: Bizim için sofu sözleri, halk için Hristiyan pratik."

Mesele bu kadar basittir.

1866 Hyde Park'ından 2013 Gezi Parkı'na egemen sınıf için de emekçi sınıflar için de durum değişmemiştir.

Gezi Parkı'nın muazzam derinliğinde içerilmiş temalardan bir tanesi vardır ki, belki de direnişin karakterini oluşturmuştur: Emekçiler, kendilerini tutsak eden dinsel pratik zincirlerine isyan etmiş, özgürlük ve laiklik için birlikte, ayağa kalkmışlardır.

EMEKÇİLERİN AYAĞINA VURULMUŞ PRANGA

Evet, bugün dinselleşme emekçilerin ayağına vurulmuş bir prangadır.

Kanıt aranıyorsa, Milli Eğitim Bakanlığı'nın daha küçücük yaştaki çocuklara 'itiraz'ı ve 'eleştiri'yi öcü gibi anlattığı, başından sonuna 'sabır'ın propaganda edildiği 'değerler eğitimi'nin içeriğine bakmak yeterlidir.

Kanıt aranıyorsa, kadınları doğum makinesi olarak gören Tayyip Erdoğan'ın, "nüfus planlamasıymış, doğum kontrolüymüş, Müslüman aile böyle bir anlayışta olamaz" sözlerine bakmak yeterlidir.

Kanıt aranıyorsa, AKP'nin zengin ettiği sermayenin ya da kamu kuruluşlarının işe alım kriterlerine bakmak yeterlidir.

Kanıt aranıyorsa, kent dokusunun dinselleştirilmesine, kentlerin özgür insanı boğacak bir dini tahakkümle yeniden inşa edilmesine bakmak yeterlidir.

Karşımızdaki sınıfsal bir saldırıdır ve muhatabı emekçi sınıflardır.

Karşımızdaki, işçi sınıfının özgürlüklerine ve emeğine dönük bir saldırıdır ve Gezi (ve bir bütün olarak Haziran) bu saldırının failini, söz konusu saldırı gerekçesiyle hedef alan en ciddi başkaldırıdır.

Bu saatten sonra, "AKP etkisi altındaki mütedeyyin kitleleri nasıl kazanacağız" sorusunun tek bir yanıtı vardır. 

Bu prangaya teslim olan, bu prangayı sorgulamayan emekçiler, sınıf olma özelliğini kazanamaz. Önce o pranga kırılır, sonra o kitleler kazanılır.

Gezi'de emekçi halk, o prangayı çatlatmıştır.