Getto ülkesinde siyaset

Türkiye’nin toplumsal ruhu ile ilgili bir gerçeğin giderek katılaşmaya başladığı görülüyor: Türkiye, her biri birbiriyle iletişimi sınırlı, mesafeli ve çarpık kalan, kalmak zorunda bırakılan üç parçaya, üç yerden kutuplaşmış bir siyasal/kültürel coğrafyaya dönüşüyor.

Bu, kulağa o denli soğuk ve nahoş bir saptama gibi geliyor ki, genellikle devamını tartışmaya ve düşünmeye mecal bırakmıyor. Oysa, Türkiye’nin üçe bölünmesi, üç yerden kutuplaşması, bu ülkenin toplumsal ruhunda yaşanabilecek en ciddi arızalardan biri.

Önlem alınmaz ve geri çevrilmez ise, bu arızanın kronikleşmesi kaçınılmaz.

***

Bu kutuplaşmanın ilk yansımalarından biri, kurucu ve pozitif siyasetin alan kaybetmesi oluyor. 

Bilindiği gibi, en genel anlamıyla muhafazakarlık ile ilericilik arasındaki çizgi geleceğin nasıl karşılandığı ile ilgilidir. İlerici kültür geleceğe uzanmaya çalışırken, geleceğin bugün arzulanan ve tasarlanan gelişmeleri barındıracağına olan önsel inançtan beslenir. Bunun tersine, muhafazakarlık ise, geleceği hep endişe ve korku ile özdeşleştirip ondan kaçar; geleceğe doğru gitmeyi değil, geriye dönmeyi, geriye dönülemiyorsa şimdiki anda kalmayı, kalınamıyorsa da en azından geleceğe gidişi yavaşlatmayı ister.

Eğer “toplumsal ruh” gibi bir şeyden söz etmek mümkünse, bugün geleceğe umutla, istekle bakan ve geleceğe ulaşmak için şevkle hareket eden, ülkenin ‘muhafazakar’ kesimleridir. Tersinden, ülkemizin ‘ilerici’ kesimi gelecekten endişe etmekte, geleceğin daha kötü olacağını düşünmekte, geleceği bir kabus olarak canlandırmaktadır.
Örneğin, bugün 2023’ü bekleyen bir kitle vardır, ama bunlar Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamayı isteyenler değildir. Türkiye’nin cumhuriyetçi ve ilerici yurttaşlarında 2023, kutlamanın ve sevincin değil, endişenin simgesi olmuştur.

***

Elbette haksız veya evhamlı da değiller; bugün Türkiye’nin durumu her yeni güne tasayla başlamayı zorunlu kılıyor. Şimdiye kadar yaptıkları bundan sonra yapacaklarının teminatı olacağı için, ilerici kesimler Saray iktidarı devam ettiği müddetçe gelecek günlerin getireceği bedbahtlıkları tahmin edebiliyor.

Bu duygu durumunun ortaya çıkışını normal karşılamak gerekiyor, ama süreklileşmesini değil.

Çünkü, bu duygu durumunun kalıcılaştığı bir toplumsal zeminde ne pozitif bir siyasetin örgütlenmesi mümkün olur, ne de gettolaşmanın önlenmesi.

Ama, bir dakika!

Böylesi bir duygu durumunun ortaya çıkmasında, diğer etkenler kadar, solun pozitif bir siyaset üretememesinin ve gettolaşmayı önleyecek toplumsal köprüler kuramamasının da payı yok mu?

Türkiye’nin ilerici birikiminin geleceğe umutla ve şevkle değil de endişe ve korkuyla bakması, biraz da solun doldurmadığı boşluktan kaynaklanmıyor mu?
Acı da gelse, zor da gelse, haksızlık da sayılsa, kabahatin çoğu bizimdir yani.

Sol, bir süredir ülkeye bakışını yukarıda çizdiğimiz çerçevenin dışına çıkarmakta zorluk çekmektedir. Gelecekten duyulan endişe, geleceğe yönelik korku, solun aşabildiği ve halkı da kurtarabildiği şeyler olmaktan çıkmıştır. Dahası, söylemiyle değilse de eylemiyle sol, bizzat aynı endişeyi ve korkuyu paylaşmaya başlamıştır. 

Lafa geldiğinde hepimizin diline pelesenk olan sözlerin bir yerden sonra fazla kıymeti kalmıyor.

Sol, güncel görevi olan ve asla ihmal edilmemesi gereken şeyi, giderek içselleştirmiş, tekleştirmiş, bir boşluğun dolgu malzemesi haline getirmiştir: Durdurmak, izin vermemek, teslim olmamak...

Gelecek günlerin getireceği tüm musibetlere karşı bir fren, bir bariyer olmak...

Büyük gettolara bölünüp kutuplaşmış bir ülkede, kendi gettosunda sürekli söylenmek, şikayet etmek, meyuslanmak...

***
Bu halde, solun, bırakın tarihsel ve ülküsel görevlerini yerine getirmeyi, sürekli işaret ettiği güncel ve yakın tehlikelere karşı koyabilmesi dahi imkansızdır.

Nitekim koyamamıştır da.

Çünkü kurucu ve pozitif bir siyaset, tehlikeyi en doğru saptamakla, endişeyi en yakıcı dile getirmekle, geleceği en keskin göstermekten ibaret değildir.
Halkı örgütleyecek ve harekete geçirecek bir mücadele kulvarını yaratmaya uğraşmak yerine, sürekli bir uçuruma sürüklendiğimizi söyleyerek, o uçurumun derinliğini tarif ederek, bizi uçuruma itenleri teşhir ederek varılabilecek yerin bir sınırı vardır; artık o sınırdayız.

Bu ülkenin tüm ilerici birikimini kapsayacak, onları örgütlü ve hedefli bir mücadeleye sevk edecek kurucu bir siyaseti, kurtuluşun imkanlarını gerçekçi ve yalın biçimde gösteren bir gelecek tasavvurunu yaratmak en acil görev şimdi.

Aksi takdirde, tarihte Herodotos’un sözünü hak eden bir başka kavim olmamız kaçınılmaz: “Başlarına gelen şey, başlarına gelmesi zorunlu olan şeydi.”